22 Ocak 2010 Cuma

Mehmet Altan'dan seçkiler

Mehmet Altan - 22.01.2010

Taraf Gazetesi’nin insanın kanını donduran haberlerini görmezden gelen kimi haber organlarının, dün öğleden sonra gelen ve anında sekiz sütuna vermekten kaçınmadığı Genelkurmay Başkanlığı açıklaması şöyleydi:

Neymiş? Bunlar, 1’inci Ordu Komutanlığı tarafından 5-7 Mart 2003 tarihleri arasında icra edilen Plan Semineriymiş...

Neymiş?

Bunlar, Genelkurmay Başkanlığı 2003-2006 yılları Tatbikatlar Programında bulunuyormuş...

Neymiş? Bunların gayesi dış tehdide ilişkin olarak hazırlanan Harekât Planlarını geliştirmek ve ilgili personelin eğitimlerini sağlamakmış...

Plan Semineri, giderek tırmanan bir gerginlik dönemini kapsayan bir senaryo içerisinde uygulanmışmış...

1’inci Ordu Komutanlığı sorumluluk bölgesinde icra edilen bu Plan Seminerinde, Ordu Geri Bölge Emniyeti ve savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi halinde de uygulanan sıkıyönetim konuları üzerinde durulmuşmuş...

Kısacası... Ve Türkçesi... Taraf’ın haberi doğru. Buraya kadar söylenenin tercümesi bu...

***

Bundan sonrası ise... Adli Tıp onayına rağmen “bu bir kâğıt parçasıdır” anlayışı.

Neden mi? “Bu Plan Seminerine ilişkin olarak ortaya atılan iddiaları, aklı ve vicdanı olan hiçbir kimsenin kabul etmesi mümkün değilmiş”...

Plan Seminerinde cami bombalaması ne arıyor? Plan seminerinde “benim adım” ne geziyor?

Bunların açıklaması yok. Zaten Taraf’ın ve konunun üzerine hassasiyetle giden herkesin de temel pusulası “akıl ve vicdan”...

Ama “akıl ve vicdan”dan söz eden bu kurum, “kemik yaşını” büyüterek mahkeme dosyası bomboş olan Erdal Eren’i asmadı mı?

O da plan semineri miydi?

***

Genelkurmay açıklamasında bir de fiyakalı bir son madde var:

“Söz konusu iddiaları ciddiye alarak üzerinde yorumlar yapılmasının ve bilgi kirliliği yaratılmasının; özellikle toplumumuzda tedirginlik yaratmak isteyenlerin amacına hizmet edeceği değerlendirilmiş”miş...

Vay, vay, vay...

Gözlerimizin önünde seyreden Şemdinli de bu minvalde değil miydi?

Askeriyeye göre orada hiç bir şey olmamıştı, gördüklerimizi söylemek ve yorumlamak “tedirginlik yaratmak isteyenlerin amacına hizmet edebilirdi”...

Gerçekten mi?

***

12 Mart Darbesi’nde evi basan, babamı götüren, Selimiye Kışlası’nda manevi işkence yapan, hukuksuz bir şekilde Maltepe Askeri Hapishanesi’ne koyan zihniyeti yaşayıp görmemiş gibi yapacak, benim adımı da dâhil ettikleri bu darbe hazırlığını yokmuş gibi kabul edecek, bunun “plan semineri” olduğuna inanacak ve susacağız...

Peki...

İnanıp, susalım...

Ama Genelkurmay da “cami bombalanması” ile “benim adımın” orada ne aradığını bana inandırıcı bir şekilde açıklasın...

----------------------------------------------------------------------------


19 Ocak 2010 Salı

ABDİ İPEKÇİ




3 Şubat 1979 tarihli ‘Cumhuriyet Gazetesi’nde Uğur Mumcu, Abdi İpekçi suikastı ile ilgili şu satırları yazmıştır; “O uygar gazeteci, o en yetkin gazete yöneticisi, kanlı kefenler içinde ilerici Türk basınının namusunu simgeliyor şimdi. Ey hükümet! Karınca ezmez hükümet! Uyan artık bu aymazlıktan, uyan artık! İstanbul’da kan kusan çetelerin hakkından gelemiyorsan onurunla çekil git. Senin iktidarında insanlar kurbanlık koyunlar gibi birer birer öldürülüyor ve istihbarat örgütlerin tek satır bile rapor veremiyorsa bu olaylardan sorumlu olan sensin! Ya çekil git ya da görevini yap! Ve ey okuyucular! Abdi İpekçi’yi hergün okuyan sevgili okuyucular onu, Türk basınının uygar yazarını, Türk basınının bu en yetkin yöneticisini son yolculuğunda yalnız bırakmayın. Gözyaşlarınızı gözyaşlarımızla birleştirin.”


“ciddi gorunmek icin gulmemek, gulumsememek gerektigi yolunda yaratilmis sartlanmayi yiksak, bir de gulmek, gulumsemek icin sadece mizahcilara muhtac olmaktan kurtulsak...” yil 1972.

MUHSİN KIZILKAYA

HRANT DİNK





"Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce." - 19 Ocak 2007'de Agos Gazetesi'nde yazdığı makaleden


"Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlamak hastalıktır. Kimliğini yaşatabilmek için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıktır."


"Ya ben tehlikeyi çok sevdim, ya tehlike beni. Ama inanılmaz derecede de masumdum." - 2005'in sonlarında yapılan bir röportajında

"Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var. Var, çünkü kökümüz burada. Ama merak etmeyin. Bu toprakları alıp gitmek için değil. Bu toprakların gelip dibine gömülmek için..."


"Vallahi başına iş açacak laf ediyorsun" diyerek esprisini patlattı. "Ali topu at diyorsun ama ya bu topu Ali bir başka top anlar da askere gittiğinde topu ele geçirdiğinde Hagop'a nişanlarsa ne olacak? Bana ilkokulda böyle öğrettiler demez mi?" Gülüştük bir iyice.
İçimden "İşte bu" diyordum "İşte bu". Bir farklının diğerine endeksli travmatik ya da paranoyak ruh halinin hangi boyutlarda gezinebileceğini gösterse de, yakalamamız gereken birliktelik işte bu.
Farklılıklarımızı fıkralaştırmak...
#

Anadolu harmanında ne Kürtçe salt Kürtlere, ne de Ermenice salt Ermenilere terkedilebilir. Türkçe bilmek kimseyi Türkleştirmediği gibi, Kürtçe bilmek de bir Ermeni'yi Kürtleştirmez. Kürtçe'yi salt Kürd'ün tekeline bırakmak olsa olsa Kürtçülüğü, Ermenice'yi de Ermeni'nin tekeline bırakmak Ermeniciliği besler.

Bu topraklara yakışan, birbirlerinin dillerini bilen ve konuşan farklılıkların birardalığıdır. Yedi düvelin dilini getirip okullarımıza sokuşturuyoruz da, birarada yaşadığımız insanların dilini kendimize ait hissetmekten ve öğrenmekten niçin kaçınıyoruz?

#

Hani derler ya "Bir kitap okudum hayatım değişti" diye...
Benim de "Bir konuşma yaptım hayatım değişti" diyesim geliyor işte...

"Doğu toplumlarını, batıdan ayıran önemli bir özellik de "kahraman" ve "ilah" yaratmasındaki farklılıkta aranmalı. Bizim önemli özelliğimiz kolay yüceltip, bir o kadar rahat alçaltabilmemiz ilahlarımızı.... İşte doğu toplumlarının tipik karakteristiği? Suni olarak yaratılan kahramanlar ve her an bir kahramana muhtaç bırakılmış toplumsallaşamamış bir kalabalık... Körün olmadığı yerde, şaşı Abdurrahman Çelebi olur çoğu kez bizde. Bir vuruşta bin sinek öldüren Kaç Nazar tevatürleri yaratırız sürekli. Ve işi gücü bırakır, kurtarıcılar bekleriz asırlar boyunca hep?.. Kurtarıcılar beklemeyin, kendi kendinizin ilahı olun...."

Şair dostumuz Sezai Sarıoğlu'nun programı izlerken anında karaladığı ve bana ulaştırdığı uzun destanın bir bölümünü sizlerle paylaşarak bitirmek istiyorum izninizle.

bir filmi seyrederken çok başımıza
"beş dakika ara"da ben,
gözyaşlarını zor durumda bırakarak
alıntıların hatırına
gazoz ısmarlıyorum
masal ısmarlıyorum senin
ismini bilmediğim çocuklarına
Tuz(la) gözlerinden öpüyorum her ikisini
masal gözlerinden öpüyorum.
biz aynı mahallenin çocukları
cankardeş, düşkardeş?
harflerinden öpüyorum seni..
sen benim
"çoğalmamın başlangıcısın olsa olsa".

ey orman Ahalisi, Nazım'ca
ey aşık ahalisi
Ferman'ın bahçesine ağaç dikermiyiz?
Hani o gün,
ferman derman olanda.
agos - 2000
#

İstanbul 4. İdare Mahkemesi tarafından durdurulduktan sonra, Adalet Bakanı Cemil Çiçek`in verdiği fikirle önceki gün Bilgi Üniversitesi`nde başlayan Ermeni Konferansı olaysız sona erdi.
Günlerdir Türkiye`nin gündemini kirleyen konferansın kapanış gününe Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink`in konuşması damgasını vurdu.
Dink`in `Ermenilik Halleri` konulu oturumda yaptığı konuşma ayakta alkışlandı, işte konuşmadan satırbaşları: `3 bin yıldan beri bu topraklarda yaşayan, kültür, uygarlık üreten insanları yaşadıkları topraklardan şu veya bu şekilde, şu veya bu nedenle, şu veya bu sonuçla ölenleri, kalanları, dönenleri her neyse... topraklarından koparıp dünyanın dört bir yanına savurdular. Şimdi bu halkın bugüne akan kuşaklarının ruh halini, 90 yıllık kimliğinin cümlesini eğer bu olay, kökten kesiliş dolduruyorsa bunu yok sayamazsınız. Adı bizim için önemli değil, bizim yaşadığımız bu. Bu konferansı Türkiye`nin gerçek anlamda demokratik sürecinin bir parçası sayıyorum, ikincisi, Ermeni dünyası açısından bu konferans çok çok önemli. Çünkü böyle bir konferansın Türkiye`de yapılabilmesi, Türkleri halen bıraktıkları noktada algılayan, hala 1915`te algılayan diasporaya yanıttır. Türkiye değişmez, onlar laf anlamaz, onlarda vicdan yok` diyen diaspora şaşkına dönecek. İşte salonu ağlatan hikaye Size bir hikaye anlatmak istiyorum.
Yıllar evvel Sivas`tan yaşlı bir Türk beni aradı, köylerinde bir Ermeni kadının öldüğü söyledi. Tehcir sonrası Sivas`tan Fransa`ya gitmiş ama sık sık köyünü ziyaret ediyormuş.
10 dakikada yakınlarını buldum ve durumu anlattım.
Kızı bana annesinin zaman zaman Türkiye`ye gelip doğduğu köye gittiğini anlattı. Kızı Sivas`a cenazeyi almaya gitti ve beni telefonla aradı.
Ona, `Ne yapacaksın, cenazeyi götürecek misin ?` diye sordum, ağlamaya başladı. `Annem burada kalsın, su sonunda çatlağını buldu` dedi. O günlerde Cumhurbaşkanı Demirel, `Ermenilere 3 çakıl taşı vermeyiz` diye bir laf etmişti. Ben de bu kadının öyküsünü yazdım ve dedim ki; biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var doğru. Ama merak etmeyin, alıp gitmek için değil, bu toprakların gidip dibine girmek için!`

Vatan Kaynak

#

Bu çağrı hepimize. Eli herhangi bir kamera tutabilen herkese.
Gelin, kameralarımızı elimize alıp dünyaya bakalım. Dünyaya vicdanımızla bakalım.
Gelin, vicdanımıza görünenleri birbirimizle paylaşalım
Mesela... Yol kenarında yalnız bir kadın olmak, sokaklarımızda bir engelli olmak.
Mesela... Kendi ülkesinde ‘sürgün’ olmak, ana babanın dayağa kalkan elini izleyen küçük bir çocuk olmak, okullarımızda başörtülü olmak, HIV pozitif olmak, dayağa mahkûm olduğu evinde hapis bir kadın olmak, cinsiyet ve cinselliği kapalı kutulara hapseden bir dünyada transseksüel ya da eşcinsel olmak, duyulur endişesiyle anadilinde konuşmaktan korkmak.
Mesela... Savaşmaya, eline silah almaya, öldürmeye mecbur kılınmak, koca şehirlerde zenginliğin orta yerinde açlık sınırında yaşamak. Hatta mesela... Bir sokak köpeği olmak... Dünyanın herhangi bir yerinde ‘öteki’ olmak.
Belki de mesela başkaları için önemsiz, sıradan bir ayrıntı olan ama tam da bizim vicdan gözümüze takılan o benzersiz şeyi bulmak.
Elbette vicdan sadece gözlerden ibaret değil. İyi ki de değil. Vicdanın bir de elleri var. Vicdan, kötülüğü sadece görmekle yetinmez, ona karşı harekete geçer. Vicdan, zulmü sadece kaydetmekle yetinmez, ona son vermek için mücadele eder. Vicdan, sadece mağduriyeti kayda geçmekle kalmaz, bizzat mağdur için, mağdurla dayanışma içinde bir şeyler yapmanın da derdinde olur.

Ve son olarak, vicdan tamamen özgürdür. En doğrusunu yine kendi bilir. Dolayısıyla yukarıda verdiğimiz tüm örneklemeler, sadece projeye katılmanız için ilham ve teşvik amaçlıdır; yollayacağınız işlerin çerçevesini tanımlama ve sizi sınırlama amacını asla gütmez.

Öyleyse gelin, dünyaya şöyle bir vicdanımızla bakalım. Ve en fazla 5 dakika uzunluğunda bir kısa film çekelim.

İhtiyacımız olan tek şey, bir çift göz, bir kamera ve gönül gözü vicdanımız.
Gelin, vicdanımızla bakalım. Ortak bir vicdan için vicdanlarımızı görünür kılalım.

“Gerçekliği kabul edip etmemek esasen herkesin kendi vicdan sorunudur, bu vicdan da temelini bizatihi insanlık denilen ortaklığımızdan, ‘insan’ kimliğimizden alır.”

Hrant Dink- Vicdan Filmleri Çağrı Metni.

^#

Hrant
Etyen Mahçupyan - 20.01.2010

Hrant’ın devletin içine çöreklenmiş ve belki de devleti ele geçirmiş bir milli çete tarafından sistemli ve planlı bir stratejinin parçası olarak katledilmesinin üzerinden üç yıl geçti. Ortada şaşırtıcı bir durum yok... Devletin bütün refleksleri kendini savunma ve izlemeye yönelik olmayı sürdürüyor. Mahkeme ise ne ileri ne de geri gitme cesaretine sahip. Bir gün Ergenekon savcılarının talebiyle lağvolmasını umut ettikleri bir davayı, hasbelkader yüklenmiş durumdalar.

Birçoğumuz adalet istiyor. Hrant’ın cansız vücudunu bir nebze olsun yerden kaldırmak, kendisini hafifletmek istiyor. Ama bir yandan da zihniyetlerimizi, ideolojilerimizi, karakterlerimizi peşimize takmış gidiyoruz. Onlardan kurtulmamız söz konusu değil. Hem Hrant’ın yanında durmak, onunla aynı dünyayı paylaşmış sayılmak, onun duruşunun uzantısı olmak, hem de bugünün meseleleri karşısında ‘kendimiz’ olarak kalmak istiyoruz. İnsani bir durum... Bizlere Hrant’ı araçsallaştırıyormuşuz gibi gelmiyor. Gerçekten de sahih bir benzerliğe dayandığımızı düşünüyoruz. Ne var ki zaman geçtikçe biz Hrant’a değil, Hrant bize benziyor...

Oysa Hrant bizim benzeyemeyeceğimiz ulvilikte biri hiç değildi. Aslına bakarsanız fazlasıyla sıradan biriydi. İlginç fikirleri vardı ama herkesten fazla olduğu söylenemez. Siyasette demokrat bir tutum almaya inandı, kendisini bu yönde eğitti, zorladı ve değişti. Ama kendi küçük dünyasında ille de demokrat olacağım diye bir çaba da sarf etmedi. Bu yakın ilişkilerin demokratlığa muhtaç olmadığını, ondan çok daha kıymetli hasletler üzerinde yükseldiğini bilirdi. Herkes gibi çelişkileriyle, tutarsızlıklarıyla yaşadı, ama birçoğumuzdan farklı olarak bunları gördüğünde kendisine gülebildi. Küçük dünyasındaki karşılıksız sevginin ve kendisini tanımanın özgüveniyle de, kendisini tanımadığı kişilere olduğu gibi sundu.

Hrant, işin aslı, bir fikir adamı değil, bir üslup adamıydı. İnsanlara ulaşmanın, dokunmanın uzmanıydı. Bunun sırrını çözmüştü ve bu bilgisini kendisine kanıtladığı her örnekten de büyük zevk alırdı. Söz konusu sır basitti... Kendin ol. Başkasının önünde çıplak kalma riskini yüklenmek kolay değildir. Hrant da bir melek değildi doğrusu. Onun da bu çıplaklığa sınır çizmek istediğine defalarca tanık oldum. Ama bu isteği müstakbel karşılaşmadan önceydi. Muhataplarının karşısına çıktığı anda bu kaygısının buharlaştığını görürdünüz. Sanki her insani karşılaşma onun için bir arınma vesilesiydi. Hrant sesini duyurduğu, göz göze geldiği insanlara çok şey verdi, ama bir o kadar da aldı. Bizler bunu beceremediğimiz için belki de Hrant’ın hayatını bir özveri süreci olarak görüyor, anlaşılmak istenen birinin anlaşılamama karşısında duyduğu hüznün ağırlığı altında kaldığını düşünüyoruz. Oysa anlaşılamamak Hrant’ı derinleştiren, onu üzerken yaratıcı kılan bir unsurdu. Anlaşılamamak yaptıklarını daha farklı ve doğru yapmanın dürtüsüydü. Hrant belki de en çok, kendisini anlamış olanlara değil, anlayamamış olanlara müteşekkirdi...

Bu tutumun insanüstü bir tarafının olmadığını onu yakından tanıyanlar idrak etmişlerdir. Bu aslında doğal olan yaklaşımdı... Ne var ki bizler beceremiyorduk ve o nedenle de ona özel bir paye veriyorduk. Mesele galiba bizlerin insan olmayı doğal bir durum olarak yaşayamamamız, samimiyeti, içtenliği taşıyamamamızdı. Hrant bize sıradan olanı, doğal olanı gösterdi ve bu bize çok kıymetli geldi. Haklıydık... Hrant’ı bilmek, bizde olmayan ama kendimizde var olduğuna inandığımız hasletlere yeniden inanmamızı, insan olmayı anlamamızı sağladı.

Bana bu hatırlatmayı yaşattığı, unutamadığım anlardan biriyle bitirelim... Her zamanki gibi yürüyorduk. Elmadağ’da trafik ışıklarını geçmek üzereydik. Akşam saatleriydi, nereden nereye gitmekte olduğumuzu hatırlamıyorum. “Ali Kırca’yı aradım” dedi. Birkaç gün öncesinde Kırca’nın ‘siyaset meydanı’ programında bir devlet tarihçisiyle birlikte programa çıkmıştık. Kırca’nın tavrı bize fazlasıyla yanlı gelmişti ve hatta çıkışta da ayaküstü bir münakaşa olmuştu. İkimiz de kızgındık ve kızgınlığımız sürmekteydi. Programla ilgili konuştuğunu düşündüm ve bunu pek anlamlı bulmadım. Ama o farklı bir nedenle aramıştı... Birkaç gündür gazetelerde Kırca’nın bir kız arkadaşıyla samimi görüntüleri yayımlanmakta, medya bunu olabildiğince kullanmaktaydı. Bunun için aramış ve kendisine destek vermişti. Öylesine kızgın olduğu, değeri konusunda çok da yüksek fikirler serdetmediği birinin bile haksızlığa uğraması onu tedirgin etmiş, yaralamıştı.

Hrant kendisine yapılmış olanla, başkasına yapılanı ayırt edebilen biriydi... Ve her ikisinin de önünde çıplak olarak durabildi. Elimi omzuna vurup “aferin sana” dediğimi hatırlıyorum. Ben düşünememiştim ve düşünseydim de muhtemelen yapmazdım. Ama o düşünmüş ve yapmıştı bile. Gözlerimin hafifçe dolduğunu da hatırlıyorum. Belki insan denen yaratığı bu haliyle görmekten gelen bir mutlulukla, belki de birlikte konuşmadan yürüyebileceğim böyle bir arkadaşım olduğu için...

14 Ocak 2010 Perşembe

Aziz Nesin

Aziz Nesin, 1915 doğumlu değerli gazeteci ve Yazar. Mizah, kısa öykü, tiyatro oyunu ve şiir dallarında pek çok yapıtlarıyla yurtiçinde ve yurtdışında birçok ödüle layık görülen Nesin, 1972’den beri hizmetlerini sürdüren Nesin Vakfı’nın da kurucusudur.
'Aziz Nesin' adıyla tanınan yazarın asıl adı Mehmet Nusret tir.
Hayatının uzunca bi suresini nezarethanelerde ve hapislerde gecirmis, buna rağmen bütün yapılanlara kızıp çekip gitmek yerine kalıp insanların gözünü açmaya çaba harcamıştır.

Aziz Nesin, imza günü ve söyleşi için gittiği Çeşme, Alaçatı’da 5 Temmuz’u 6 Temmuz’a bağlayan gece sabaha karşı geçirdiği kalp kriziyle vefat etti. 7 Temmuz günü, vasiyeti gereği hiçbir tören yapılmadan ve yeri belli olmayacak şekilde Çatalca’daki Nesin Vakfı’nın bahçesine gömüldü.
Aziz Nesin, arkasında yüzlerce öykü, şiir, tiyatro oyunu ve Nesin Vakfı'nı bıraktı.
#

" Hayatim suresince boyum kadar kitap yazdim ama beni sevmeyenler buna da mazeret bulup -onun zaten boyu kisaydi- diyebilirler.'' demiştir zamanın birinde...

"
öyle bir ağlasam,
öyle bir ağlasam ki çocuklar
size hiç gözyaşı kalmasa.
öyle bir aç kalsam,
öyle bir aç kalsam ki çocuklar
size hiç açlık kalmasa.
öyle bir ölsem,
öyle bir ölsem ki çocuklar
size hiç ölüm kalmasa.



Aziz Nesin, gülmeceyi yazmakla kalmıyor, kendisi de yaşıyor.
12 Eylül yönetimine karşı 2 bin imzalı ''Aydınlar Dilekçesi'' vermeleri, zamanın Cumhurbaşkanı Kenan Evren'i çok kızdırıyor; bir yurt gezisinde punduna getirip ''Aydınlar Dilekçesi'' ni imzalayanlara, ''Ben ne yapayım böyle aydını, Vahdettin de aydındı'' diyor.
Aziz Nesin, yanıt vermekte gecikmiyor: ''Son Osmanlı padişahı olan ve sonra İngiliz gemisiyle ülkeden kaçan Vahdettin' in aydın olduğu çok tartışmalıdır, ancak devlet başkanı olduğu kesindir''

#

s o y a d i k a n u n u !

1934 yılında soyadı kanunu çıktı, her türk kendine bir soyadı alacaktı.
Herkes kendi soyadını kendisi seçtiği için insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı...
Dünyanın en cimrileri 'eli açık', dünyanın en korkakları 'yürekli', dünyanın en tembelleri 'çalışkan' gibi soyadları aldılar.
Bir mektup yazabilecek...bir mektup yazabilecek zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine 'çevikel' soyadını almıştı.
Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle türklüğü karışık olanlar ırkçılığı anlatan soyadlarını kapışıyorlardı.
Her türlü yağmada hep sona kaldığım için güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime 'nesin' soyadını aldım. herkes 'nesin' diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim. Aziz Nesin....

#

"ben başörtüsü örten kızlara hak veriyorum. o çocukların ne günahı var? başından beri, din dersini, islamlık dersini ve yalnız sünnilik mezhebini okutanlara ondan sonra saçının telini kendi mahremi dışında kimseye göstermeyecek ondan sonra da üniversiteye girince saçını aç. ama ben ne istiyorum? hoş görüyle bakmak gerekiyor. ben müslümanlara hoş görüyle bakıyorum. yalnız müslümanlara değil, hristiyanlara da bütün dinlere de hoş görüyle bakıyorum. isterse puta tapsın, ona da. isterse doğaya tapsın ona da hoş görüyle bakıyorum ve bakılmasını istiyorum." demiştir.

#

Aziz Nesin,nesin vakfına öyküleştirerek bir vasiyet de bırakmıştır, merak edenler için;
1- vakıf cocuklarımın üretmen olmalarını istiyorum
2-vakıf cocuklarımın dünyaya, insanlara, olaylara eleştirel gözlerle bakmalarını istiyorum
3-vakıf cocuklarımın cezasız yetişmesini istiyorum
4-nesin vakfı'nda yasak yoktur
5- çocukların şımarma hakkı olmalıdır
6-nesin vakfı çocukları toplumsal borçlarının ne olduğunu öğrenmelidirler
7-nesin vakfı çocuklarımın kendilerini sevmelerini, kendilerini severek ve kendilerine değer vererek yetişmelerini istiyorum
8-nesin vakfı çocuklarımın kendi aşağılık duygularını tanıyarak onu yenmelerini ve kendi aşağılık duygularından itici güç alarak yararlanmalarını istiyorum

9-nesin vakfı çocuklarımın uygar insanlar olarak yetişmelerini istiyorum
10-değişmek ve değiştirmek
11- nesin vakfı çocuklarımın ''korkudan korku'' dediğim sinirsel korkudan kurtulmalarını ve uzak yaşamalarını istiyorum
12-nesin vakfı çocuklarımın, yaşama atılınca sevdikleri işi yapmalarını diliyorum
13-nesin vakfı çocuklarımın özgün düşün ve davranışlı olmaları için çalışıyorum
14-nesin vakfı çocuklarımın zengin imgelemleri olmasını, büyük düşlemler kurmasını istiyorum
15- nesin vakfı çocuklarıma öğretmek istediğim çok yalın birşey var: yaşam, bir savaşımdır

''korkudan korkmak'' adlı kitabından alıntıladığım bu maddeler yukarda belirttiğim gibi salt maddeler halinde yazmıyor, öyküleştirilerek, ne denmek istendiği dile getirilerek anlatılıyor, ancak madde olarak alıntıladıklarım bile çok şey anlatıyor.

#

kullandığı takma adlar:

(bkz: alişan konuşkan)
(bkz: ateş sin)
(bkz: ayşegül)
(bkz: bahri filbahri)
(bkz: bahri filefil)
(bkz: battal bataner)
(bkz: bedri birdirbir)
(bkz: d. kırat)
(bkz: daver devletlu)
(bkz: dr. daim derer)
(bkz: falan)
(bkz: falan filan)
(bkz: fettane şatifil)
(bkz: fevzi şerbetçi)
(bkz: hakkı haklar)
(bkz: hakkı hukuki)
(bkz: hasan dene gör)
(bkz: hikayeci)
(bkz: ismail ateş)
(bkz: izzet izinde)
(bkz: kasım kahkah)
(bkz: kerim kihkih)
(bkz: kerami pestenkerani)
(bkz: levazımcı kazım)
(bkz: naneyedibaşı)
(bkz: nuri hayat)
(bkz: ord. prof. paf puf)
(bkz: oya ateş)
(bkz: öküz aleyhisselam)
(bkz: prof. dr. a. ayvacı)
(bkz: prof. tosun okuyanlar sağolsun)
(bkz: recep kinayi)
(bkz: sarraf mutasarrıf)
(bkz: sıtkı sırılsıklam)
(bkz: sülüman gider)
(bkz: şaban şabaner)
(bkz: şakir şıkırşıkır)
(bkz: taki zoraki)
(bkz: vaiz el hac ömer ölçer)
(bkz: vedia nesin)
(bkz: yazar bazan)
(bkz: yüksel damacık)
# # #

aziznamesinde darbe heveslisi şapşallara ayarı vermiştir.

özetle:
adam köyün birine tayin olmuş, gelmiş bakmış köyün delisi bir genç dövünüyor sürekli. bi süre sonra merak etmiş sormuş sana ne oldu diye, genç anlatmış:

- benim iyi kötü bir anam vardı, hergün dua ederdim allaha, allahım şu anamın canını al, babam yeni biriyle evlensin. hem babam, hem ben takılırız...

- ee sonra ne oldu?

- dualarım kabul oldu ama biraz farklı...babam öldü, anam genç biriyle evlendi...şimdi hem anamı hem beni....

# # #

yürüye yürüye yolumu açtım
kendimi köprü yapıp üstümden geçtim
soluğumdan oluştu havam
kendi havamda uçtum.

# # #

" bir kadini aglatmak çok zor degildir aslında. kadinlar her seye
aglayabilir; bir filme, bir sarkiya, bir yaziya... en az erkekler
kadar yani! ama bir kadini yürekten aglatmak zordur. eger bir kadin yürekten
agliyorsa, aglatan onun yüregine ulasmis demektir. ama o yüregin
degerini bilememis olacak ki aglatan, gözünü bile kirpmadan teker teker batirir
ignelerini yürege! - iste o zaman koca bir yumruk gelir oturur
bogazina kadinin. yutkunamaz, nefes alamaz; çünkü o koca yumruk canini çok
acitir. gözleri bugulanir kadinin sonra.

aglamayacagim, der içinden. ama engel olamaz iste. çünkü yüregine
ulasmistir birileri ve igneler saplamaktadir.. bu aciya ne kadar karsi koyabilir ki bir kadin. ince ince süzülür yaslar gözünden; önce birkaç damla, sonra bir yagmur seli... ve kadin aglar; hem de çok!

sanmayin ki gidene aglar kadin! gidenin giderken koparttigi yerdir
onu aglatan, orada biraktigi yaradir. o yaranin hiç kapanmayacagini,
kapansa bile izinin kalacagi bilir kadin; o yüzden aglar. ama bilir misiniz, aglamak kadinlari olgunlastirir. her damla, daha çok kadin yapar
kadinlari. her damla bir derstir çünkü. bazen kadinlar agladiginda çogu insan,
aglama niye agliyorsun ki, degmez onun için derler. bilmediklerindendir böyle demeleri. çünkü yürekleri aciyan kadinlar aglamazlarsa, ölürler. içlerindeki zehirdir onlari öldüren! aglayarak o zehirden kurtulur kadinlar, o irini temizlerler yaralarindaki! çünkü bilirler, o irin temizlenmezse iltihaba dönüsür yaralari. dönüsmemesi lazimdir oysa. o yüzden de bolca aglarlar. zaman geçer sonra. kadinlar kendilerine
sarilmayi ögrenirler. umarim ögrenirler, yoksa ruhlar sapkin yollara çarpar
kendini.
sapan ruhlarin dogru yolu bulmasi da yeni acilar demektir. bunu bilir
kadinlar, o yüzden eninde sonunda ögrenirler kendilerine sarilmayi...
çok aglayan kadinlar, bir çok seyden vazgeçen kadinlardir aslinda. her
damla olgunlastirir kadinlari evet ama olgunlastikça o safça inandiklari ask gerçegi onlarin gözünde küçülür. küçüldükçe degerini yitirir ve iste o zaman kendilerine sarilip, yeni bir kadin yaratirlar kendilerinden.
güçlü, yenilmez, magrur ve aska inanmayan... insanlar soruyorlar çogu zaman
neden bu kadar çok bekar kadin var diye; hepsi kariyer derdinde olan. çünkü inançlarini yitirdi o kadinlar. zamaninda yüreklerine o kadar çok igne saplandi ki, o kadar çok agladilar ki! artik kendilerinden baska bir
dogru olmadigina inaniyorlar, o yüzden kendilerine sariliyorlar. çünkü
biliyorlar ki sarildiklari adamlar onlari hak etmedi; hem de hiçbir zaman! hep
bir çikarlari oldu sarildiklari adamlarin.

e.. o zaman niye sarilsinlar ki! niye sarilalim ki! etrafinizda
yürekten aglayan bir kadin varsa bilin ki olgunlasiyordur. bilin ki, gerçekleri kabul etmeye baslamistir. bilin ki, artik askin olmadigina inanmistir.
bilin ki, sarilacak tek bir dogrusu kalmistir. o da kim, ne diye
sormayin artik. çok aglayan kadinlar, eninde sonunda kendilerine sarilirlar
çünkü! "

# # #
Bir donem taksim deki "the marmara" otelindeki "the" ekine takar aziz nesin..der ki "bir ülkenin cografi yer adina 'the' eklenerek amerikanlaştiriliyorsa ve bu duruma kimse tepki göstermiyorsa, o ulke emperyalizmin kulturel isgali altindadir. hep birlikte gidelim ve otelin adının degistirilmesini isteyelim.."..birlikte gitmek icin karar alsalarda,aziz nesinle gitmek nasip olmayinca yalcin peksen kendisi gider otelin sahibi ali gureliden ricada bulunur..ali gureli bunun mumkun olmadigini,otelin adinin onundeki 'the' takisinin anlami oldugunu,ozel adlarin ve cografi bolge adlarinin basina geldiginde onun ozelliklerini tanimladigini soyler kendisine..yalcin peksen de donusunde aziz nesin e olayi anlatir.."sakin gitme aziz agabey yoksa sende "the aziz" olursun der..

# # #

Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum
Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz
De ki bütün işe yarayanlar
İşe yaramaz sanılanlardan çıkar.

# # #

-"türk toplumunun mizaha olan ilgisi sizce zekasindan mi ileri geliyor?"
-"ne zekasi? bu milletin yüzde doksan biri 82 anayasasi'na evet demistir.
geriye kaliyor yüzde dokuz. hadi biraz iyimser olalim, ama yüzde altmisi aptal bir milletiz."
bu cevaptan sonra rahmetli mahkemeye verilmistir, "yapmayin, etmeyin. eger mahkemeyi ben kazanirsam sizin aptalliginiz mahkeme karari ile tescillenmis olur" dediyse de alingan insanlarimiza söz dinletememis, mahkemeye verilmis ve sonucta da mahkemeyi kazanmistir.

# # #

attila ilhan'ın hakkında

tefe koymuş dünyayı kepaze etmiştir çevresini
tasa tutmuş eşini dostunu esirgeyerek kendisini
hicvine kıyam etsek beyhude gayret olur yahu
tanrı hicvedip de yaratmış zaten aziz nesin'i

dizelerini yazdığı insan.
yağmur atsız'ın bir yazısından ediniyoruz bu bilgiyi..

# # #

ey benim halkım
ey benim eliaçık gözü kapalım
yüreği açık dili bağlım
ey benim en güzelim
ey benim en çirkinim

yiyemedin yedirdin
içemedin içirdin
giyemedin giydirdin
okuyamadın okuttun
kendin üşüdün yağmurda karda
ama beni korudun

varından değil yoğundan verdin
az az değil çoğundan verdin
ah ne az ne az aldın
ama ne çok verdin
en az aldın en çok verdin
almadan vermek sana özgü

utanırım aldıklarım demeye
gücüm yetmez borcun ödemeye
bende hakkın çoktur halkım
değil böyle bir aziz
bin azizler olsa yetmez
aldığını vermeye
utanırım hakkını helal et demeye
dünya durdurkça durasın halkım.
-------AZİZ NESİN---------------


ata'm izindeyiz ibaresini.. " Dinlenmekten yorulduk ata'm izindeyiz " şeklinde yorumlayan yüce insan..

--------------------------------------------------------------------------

arkadaşım badem ağacı

sen ağaçların aptalı
ben insanların
seni kandırır havalar
beni sevdalar
bir ılıman hava esmeye görsün
düşünmeden gelecek karakış...
açarsın çiçeklerini...
bense hayra yorarım gördüğüm düşü...
bir güler yüz bir tatlı söz..
açarım yüreğimi hemen
yemişe durmadan çarpar seni karayel
beni karasevda
hemde bilerek kandırıldığımızı
kaçıncı kez balanmışız bir olmaza
koo desinler bize şaşkın
sonu gelmesede hiç bir aşkın
acalım yinede çiçeklerimizi
senden yanayım arkadaşım
havanı bulunca aç çiçeklerini
nasıl açıyorsam yüreğimi
belki bu kez kış olmaz
bakarsın sevdan düş olmaz
nasıl vermişsem kendimi son sevdama
vur kendini sende bu güzel havaya

#########

Sivas Acisi

Ben tanirim
Bu bulut bizim oranin bulutu
Hemşeriyiz ne de olsa
Benim için kalkmiş, ta Sivas'tan gelmiş
Yurdumun bulutu
Başimin üstünde yeri var

Ben bilirim
Bu rüzgâr bizim oranin rüzgâri
Hemşerimiz ne de olsa
Benim için kopup gelmiş yayladan
Yurdumun rüzgâri
Kurutsun diye akan kanlarimi

Ben anlarim
Bu aci bizim ora işi hançer acisi
Bir ülkedeniz ne de olsa
Ayni dili konuşsak da
Anlamayiz birbirimizi
Hançerin nakişi
Tanidim acisindan Sivas işi

Ben duyarim duyumsarim
Bizim oranin sizisi bu
Binip kara bir buluta Sivas ilinden
Sivas rüzgârinda uçup gelmiş
Helallik dilemeye

Ey yüregimin onmaz acilari
Ey beynimin dinmez sancilari
Suç ne bende ne de sende
Suç seni karanliklara gömenlerde
Ne de olsa yurttaşimsin
Kapali olsa da bütün vicdan kapilari yüzüne
Bilmelisin bir yerin var canevimde

04.07.1993
Eklenme Tarihi: 07.12.2001

# # #

Yaşıyorum Demek

Çok merak ediyorum kendimi
Başıma birşey mi geldi
Öldüm mü kaldım mı
Hiçbir haber yok kendimden
Bu sabah kapımı çaldım
Kapıyı açan kendim
Bir süre kendime baktım
Bu güleç yüz bendim
Oh ne güzel bir sabah
Bugün de yaşıyorum demek
Benden başka yok kimsem
Beni merak edecek

--------------------------------------------

Ateist olmanın bazılarının düşündüğü gibi ahlaksızlık olmadığını kendi yaşamıyla kanıtlamış büyük mizah ustası..
Seni Seviyoruz Aziz Nesin...

FAKİR BAYKURT

Fakir Baykurt (Asıl adı Tahir'dir) (15 Haziran 1929, 11 Ekim 1999).

Her zaman çok sevdiğim bir yazar, şair, ve halk adamı olmuştur o.
o kadar çok yazın vardı ki ona ilişkin, araştırırken ben bile şaşırdım bu yüzden onu kendi ve dostlarının ağzıyla tanımanın daha samimi olacağını düşündüm ve onları paylaşmak istedim sadece...

“1929 doğumlu olduğum doğru. Ay, gün bilinmiyordu. Anamla konuştuk. Köyde orak mevsimi. Tarlada sancılanıp eve gelmiş. Haziran ortasıdır...”

İlkokulu bitirdikten sonra Isparta Gönen Köy Enstitüsü'ne yazılır. Köy enstitüsü yıllarında özellikle şiire olan ilgisi artar. Köy Enstitüsü yıllarında kendini okumaya verir. Bu dönemde özellikle Türkçe'ye çevrilen klasikleri okur.
Fakir Baykurt Köy Enstitüsündeki yıllarını ve kendisine kazandırdıklarını şu şekilde anlatmıştır;
“ ...Köy Enstitüsü benim için olağan üstü bir fırsat oldu. İlkokulu bitirdikten sonra gidebileceğim başka hiçbir okul yoktu. Ailemin gücü yetmezdi. Ben okumak istiyordum Enstitü benim gibi köy çocuklarını çağırıyordu... ”

“ ...Klasiklerin en iyi okuru enstitülü gençlerdi. Ceplerimizi ona göre yaptırırdık, kitap sığsın. Kız arkadaşlarımız koyun kuzu gütmeye giderken, torbaya azıkla birlikte kitap da katardı... "

Bu yıllarda Bursa Cezaevi'nde olan Nazım Hikmet’in şiirleri ise gizli gizli yayılmaktadır. Fakir Baykurt’da bu dönem Nazım Hikmet’in şiirlerini bulur ve gizli gizli okumaya başlar.

“ ...Kitaplıkta Nazım Hikmet’in kitapları yoktu. Yasaklandığını öğrenince Civril’in bir köyüne gidip onları buldum. Nazım’ın yedi kitabını kendi yaptığım defterlere kitap harfleri ile yazıp defalarca okudum...."

Fakir Baykurt'un konuşmalarından ;

“Benim dilim sadece kitaplardan öğrenilmiş değildir. Evimizde, köyümüzde, Türkçenin olduğu her yerde çocuklardan, kadınlardan, okumuş okumamış halkımızdan emdiğim Türkçe’dir benim dilim. Halkımın göğüsleri bereketle dolu olduğu için, ben de onu eme eme büyüdüğüm için, gürbüz bir yazar olabilmişimdir...”

“Bakın ben aklıma, gönlüme uygun bir tek sözcük yaptım, o da varsıl’dır. Bir arkadaşım vardı; kızı annesinden çay isteyeceği zaman “Çaysadım!” derdi. Susadım demiyor muyuz; onun gibi. Tırpan’ı yazarken, “ yoksul” karşıtına ille “zengin” mi diyeceğim, “varsıl” geldi kalemime; hemen öyle yazdım. Sonra baktım, başka arkadaşlar da kullanıyor...”

“Dikenlerin arasından gelmiş bir yazarım ben. Yüzyıllarca karanlıkta bırakılmış köylerin birinden, Akçaköy’denim. Ailem yoksuldu. Kırk bayır kırk iki dönüm toprağımız vardı. Birkaç yerde anlattım, anam babam okuma yazma bilmiyordu. Köyümüze geçten geç açılan ilkokul yalnızca üç sınıflıydı. Evimizde bir tek kitap yoktu. Şimdi düşünüyorum, yokluktan geliyorum.”

“Almanya’ya göçmemin iki nedeni var; Biri can güvenliğimin yok olması. İkinci, 1963’te Amerika’dan dönerken bir hafta aralarında kaldığım işçilerimizin yaşamını daha yakından görme isteği...”

“Ben 1971 12 Mart’ında iki kez gözaltına alındım ve tutuklandım. Yattım içerde. Yargılanmam dört buçuk yıl sürdü. Sonunda aklandım. Yattığım yanımda kar kaldı. 12 Eylül 1980’de Almanya’daki yazınsal incelemelerimi sürdürürken, şimdi Marmaris’te resim boyayan generalle arkadaşları darbe yaptı. Dönsem tutuklanacağım. İçimde yazınsal sevdası olan insanlar için cezaevleri uygun yerler değildir. Döneni içeri atıyor dönmeyeni yurttaşlıktan çıkarıyordu. Ben çıkarılmadım, belki ünümden çekinildi. Bu koşullar yüzünden dışarda kalışım uzadı. Yazılarımı, kitaplarımı orda yazdım. Burada yitirdiğim öğretmenliği orada sürdürdüm.”

".......... Ben sanata şiirden geldim. Etli, kanlı canlı bir anlatımı aradım hep, arıyorum. Edebiyat doğru, etkileyici, yararlı, ama aynı zaman da güzel de olmalıdır. Güzellik deyince ille burjuva güzellikleri anlaşılıyor. Ne yanlış! Bütün toplumsal sınıfların özgün güzellik anlayışları vardır. Benim sınıfımın, katmanımın güzellik anlayışı da ona göre. Yazdıklarımızı kentsoylu arkadaşlar beğenmiyorsa buna aldırmam. Beğenirlerse aldırırım bilgiçlik başka, bilmek başka. Neredeyse bizi sürüp çıkaracaklar yazı alanından. Daha önce de söyledim, bu alan geniştir, daha çoooo yazarı, ozanı yutar... Olduğum yerde çakılıp kalmadım, geldiğim yerde de kalamam. Bunun için yzılı ve sözlü geniş bir kültür birikimimiz olduğuna inanıyorum. Halkımızın dil ve anlatım gücü, Türkçenin bağrında saklı olanakları son derece boldur. Bütün bu olanakların ortasında, bu anlayışla yaptığım çalışmaları yetersiz buluyorum. En iyi, iyinin düşmanı. Yazdıklarımda çok yazacaklarıma güveniyorum..."

“Fakir Baykurt’la Konuşma” Alpay Kabacalı, Milliyet Sanat Dergisi, 12.6.1978, s.281

" Yaşam, bilinçten bilinçaltına iner. Orada mayalanır, dinlenir, değişir. Etkisi derin, yankısı geniş toplumsal olayların 8-10 yıl geriden gelerek romanlaşması bu yüzdendir. Bilinçaltı birikiminin değişerek bir biçim bulması, bir sanatsal anlatım biçimine erişmesi şipşak olmaz. Hatta sadece bir fışkırma da sayılmaz, “birdenbire”lik yoktur onda. "

Akan ve akmakta olan yaşamı, bilinçaltından ve bilinçten geçirip dışa vurma işidir roman. Hem bireysel, hem toplumsal boyutları olan bir yazı türü. Bir imbikleme... pembe beyaz yapraklardan gülsuyu ve gülyağı çıkarmak gibi.

* ... ne tümden bilinçaltı fışkırması, ne de yalnızca bilinçli bir çabadır roman.

* “ ...Ben günlük tutmam ama not tutarım. Bir sürü gereci, ayrıntıyı: çağrışım, gözlem, dinleme, duyma yoluyle ufak ufak kağıtlara yazar biriktiririm. Biçim ararım...”

“...Dünyada ve bizde gençlik adaletsizliğe baş kaldırmaktır. Onu “Demokratik Üniversite!” “Halka dönük üniversite !” haykırışlarının altında yatan temel istek, bu yamuk, bu adaletsiz durumun değiştirilmesidir.


Üniversiteler, bunlara eğilmediği, bunlara çözüm aramadığı gençlerin sabrı taşmış, sonunda sokağa düşmüş ve eyleme geçmişlerdir. Bu anlaşılmadıkça, bu değişiklik yapılmadıkça,gençliğin bilime ve tarihe uygun savaşı sürüp gidecektir. Bu yüzden biz gençlerimizi anlamakta onları doğru yolda görmekteyiz. Bunu copla, gaz bombasıyla, durdurmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Bunun bir tek çaresi vardır.O da devrimdir. Devrim, tarihsel koşulların olgunlaştığı dönemlerde olur. Tarihsel koşullar olgunlaşmamışsa devrim olmaz...”
TÖS 2. Olağan Genel Kurul Toplantısı 7 Temmuz 1969 - KAYSERİ


Fakir Baykurt Hakkında yazılanlar:

Hasan Ali Yücel,

Türk edebiyatına kendi giren köylü
Türk edebiyatına köy ve köylü, Meşrutiyet içinde Yakup Kadri ve Refik Halit’le irmişti. Ama buna “irmişti” demek de pek doğru olmaz. Çünkü her iki yazarımız şehirli idiler. Köyü ve köylüyü ancak edebiyata soktular. Son yıllara gelinceye kadar Türk köylüsü, kendi dili ile köyü anlatamamış; kendi eli ile köyü yazamamıştır. Mahmut Makal ve Yaşar Kemal’den sonra Türk köyünü bize benim “Fakirim” veriyor. ... Edebiyatımıza ve hayatıma kendi giren köylünün yazıp anlattıkları ibret alınacak ve uyandıracak gerçeklerle doludur. Bu hakikatleri sade Descartes’in kitaplarını okuyarak keşfedemeyiz. Descartes bize hakikatleri olduğu gibi görüp gösterme cesaretini vermiyecek olursa kitaplarının ne kıymeti kalır? ...Kendine gelmek isteyenler, kendileri olduğu gibi görmeğe tahammül ederler. Acıları bu kadar güzel yazıyorlar diye hayıflanmayalım, teşekkür edelim.
Demet Dergisi, İsparta Sayı: 63-64-1958


Can Yücel,

Gezi Notları
Fakir Baykurt’a
Gurbet el kadar somun
ye ye ye bitmiyor
Kırıntıları uçuşuyor
Hep Gönen’e doğru
Ellerim ellerim ellerim
ben yâd ellerdeyim
Ayaklarım ayaklarım ayaklarım
Ayak götürüyor sıladan
Bu ter kokusu
Çocuktan gül yaprağıyla karılmış
Damıtın beni damla damla
Serpin üstünüze serpin
Ki Öbür Dünyaya da bulaşmasın
Hepimizin yanlışı
Hepimizin yalnızlığı


İlhan Selçuk,

Fakir... Eski edebiyatlarda soyluların yaşamları anlatılır; krallar, prensesler, prenslerin serüvenleri ilgi çekicidir.
Ya köleninki?.. Köle, uzun bir süreçte önce ‘serf’e, sonra köylüye dönüştü.
Ancak bu ‘kaba saba kişi’nin incelikli bir yaşamı var mıydı ki edebiyatı olsun?.. Anadolu’da binlerce yıldan beri kış uykusuna yatan köylüyü kim yazacaktı?.. Mustafa Kemal: “-Köylü” demişti, “efendimizdir.” 1923’te ülke tepeden tırnağa köylü donanımındaydı; kentlerde ne sanayi burjuvazisi vardı, ne de fabrika proletaryası... Köylü, toprak ile gök arasında çaresiz; uyandırılmaya bekliyordu.
Binlerce yıldan beri kış uykusuna yatan köylüyü kim, nasıl uyandıracaktı?..
Var olan bilinmiyorsa, keşfedilebilir; olmayan, ancak icat edilebilir. Eğitimde yeni bir şey icat edildi: Köy Enstitüleri!.. Köylü yaparken öğrenecek, üretirken eğitimini sürdürecekti. ‘İş’te eğitim; eğitimde ‘iş’.. Alınteri!.. Fabrikasız bir ülkede çağ atlamanın tek ve en kısa yolu eğitim seferberliğiydi; ‘Aydınlanma Devrimi’ böylece gerçekleştiğinde, demokrasinin alt yapısını oluşturan insan ‘kulluktan’ kurtulacak, ‘yurttaş’ kimliğini kazanıp ‘birey’e dönüşecekti.

Fakir Baykurt, Köy Enstitüleri’nin ürünüdür, adını edebiyat tarihimize bu kimliğiyle yazdı; yalnız bir yazar değildi, ister istemez eylem adamlığını da benimsedi. Öğretmendi. ‘1923 Aydınlanma Devrimi’ öğretmenlerin omuzlarında yükselecekti. Sınıfsal kavganın tam ortasına düştü Baykurt, çok partili rejimle birlikte siyasal iktidarı ele geçiren ‘toprak ağası, aşiret reisi’ ve ‘taşra mütegalibesi’ne göre en büyük düşman öğretmenlerdi. Düşman!..
Sömürülmesi, ezilmesi, sürülmesi, yok edilmesi gereken düşman!..
Avrupa’da yazarların düşman sayıldığı, hapsedilip sürüldüğü dönemler geçmiş yüzyıllarda kalmış, tarihe gömülmüştü.
Ya Türkiye’de?..
Olayın belki en özel ve çarpıcı yanı budur: Türkiye’de yazarlar, çok partili rejimde düşman ilan edildiler; demokrasi adına yapıldı bu iş...
Baykurt, Köy Enstitüleri’nin yetiştirdiği değerli arkadaşlarıyla birlikte köy dünyasını ve insanını sanatın merceğinden süzerek edebiyatımıza kazandırmış bir yazardır; ama, bu çabasını tüm yaşamında pahalıya ödedi.
Anadolu bozkırında yetişmiş Baykurt’un yurtdışında yaşamak zorunda kalması ne acı... Ama daha acı bir gerçek var.: Çok partili rejimde Köy Enstitüleri’nin köküne kibrit suyu ekilmeseydi, Türkiye bu gün kişi başına üç yıllık eğitim görmüş bir toplum olmayacaktı; öğretimin süzgecinden geçmiş çağdaş bir toplum olarak demokrasiye tam açılımı gerçekleştirecekti. Fakir’in yaşamı, bu tarihsel serüvenin gerçek romanında anlam kazanıyor.
13 Ekim 1999, Cumhuriyet


Aziz Nesin,

İYİ Kİ YAZDIN FAKİR BAYKURT
Yazarın doğum gününde o uluslararası olmuş “iyi ki doğdun” yerine “iyi ki yazdın” demeli.
Yazarlar, her yazdıklarıyla yeniden doğarlar çünkü.
18 yüzyıl sonu ile 19 yüzyıldaki kalburüstü yazıncılarımızın, düşünürlerimizin, kültür insanlarımızın toplumsal kökenine bakınız, bunların içinde halktan ve orta tabakadan olanını göremezsiniz.
Hepsi de ya doğrudan ya dolaylı olarak saraya ilişkin, yani yüksek tabakadan, bir bakıma Osmanlı soylularının çocuklarıdır.
Çoğu, daha küçük çocukluklarından beri yabancı mürebbiyelerle - daha çok Fransız - yetiştirilmişlerdir ve hepsi de yabancı dil bilirler. Bunlar devlet katında önemli görevler almışlardır, saygın kişilerdir.
Bunlara eşzamanlı olarak (Rum, Ermeni, Yahudi) azınlık aydınları ve sanatçıları da, bir anlamda ticaret burjuvazisi diyebileceğimiz varlıklı azınlık ailelerinin çocuklarıdır.
Neden böyledir? Çünkü kültür ve bilgi edinmek varlıklı ve etkili olanların tekelindedir. Halk bu olanağı bulamıyordu.
Bu dönemden sonra, 19 yy.’dan başlayarak, 20 yy.’a dek, kalburüstü yazıncılarımızın, düşünürlerimizin, sanatçılarımızın toplumsal kökenine bakarsak, ağırlık Osmanlı soylu ailelerinden askerlere geçmiştir. Asker yazarlar, şairler, ressamlar, bilimciler, müzisyenler ağırlık kazanmıştır.
Bunlar toplumsal köken olarak yoksul ailelerin, halkın çocuklarıdır.
Neden bu değişim olmuştur? Çünkü Türklerde, Avrupa’da olduğu gibi subaylık burjuvalara özgü bir seçkinler mesleği olamamış, yoksul halk çocukları asker okullarında eğitim olanağı bulmuşlar ve yetişmişlerdir. Daha sonraki dönemde Cumhuriyet’ten sonra, sanatçılarımızın niteliklerinde büyük bir değişim görülmüştür. Özellikle en ünlü yazarlarımıza bakınca, bu değişikliği çok belirgin olarak görüyoruz. Bu yazar ve şairler, 18 yy. ve 19 yy. ve 20 yy. başlangıcındakiler gibi yüksek düzeyde öğrenim görmemişlerdir. Çoğu yabancı dil de bilmez. Benim kuşağımdan olan bu yazarların en ünlüleri lise çıkışlı bile değildir. Buna karşılık çok yetenekli bu yazarlar, eksikliklerini büyük tutku ve çabayla gidermeye çalışarak, dişleri ve tırnaklarıyla ünün doruğuna yükselmişler, geçmiş dönemlerin eski kuşak yazarlarından daha çok tanınmışlardır.
Bu nasıl olmuştur? Bir ölçüde Halkevleri’nde, daha çok Köy Enstitüleri’nde ve daha başka parasız yatılı okullarda yoksul aile çocukları eğitim ve öğrenim olanağı bulabilmişler, bu olanağı bulamayanlar da uygun ortamda kendi kendilerini yetiştirmişlerdir. Benim kuşağımdan sonraki yazarların, sanatçıların toplumsal kökeni yine değişmiş, 1950’den sonra oluşmaya başlayan burjuva kökenli olan, düzeyli eğitim görmüş ve yabancı dil bilen yazarlar öne geçmeye başlamıştır.
Bu dört dönemim ayrı toplumsal kökenden gelen yazar ve şairlerinin - genelde sanatçılarının – öne geçmesi bize şunu anlatır. Yazar ve şairler ve sanatçı ve aydınlar, ne zaman ve nerde yetişme olanağı bulmuşlarsa orda yetişmişlerdir. Saraya ilişkin ailelerin varlıklı çocukları, asker okullarında eğitim olanağı bulan halk çocukları, Köy Enstitüleri’nde ya da Halkevleri’nde yetişen ya da kendi kendilerini yetiştirme fırsatı bulan ya köylü ya kentli halk çocukları ve 1950’den sonra oluşmaya başlayan burjuva çocukları... Yazın sözlüklerini tararsak, çağdaş Türkiye yazınını simgeleyen en az Köy Enstitülü onbeş yazar ve şair, birçok düşünür ve bilimci buluruz. İşte Fakir Baykurt Köy Enstitüleri’nin verdiği olanakla yetişmiş ve Köy Enstitülü yazarlarımızın doruklarından biridir. Fakir Baykurt altmış yaşında. Demek ki onun kuşağı da artık yaşlılığa adımını atmış bulunuyor. Köy yazını akımı, Fakir Baykurt ve Mahmut Makal’la başlamıştır. Akımın genişleyip yayılmasıyla da tepkiler artmıştır. Fakir’in bir akım olarak köy romanı yazmış olduğunu hiç sanmıyorum. Fakir Baykurt’un romanlarının konusunu kırsal bölge insanlarından, onların ezilmişliğinden, sömürülmesinden ve başkaldırılarından almış olması çok doğaldı. En iyi tanıdığı, bildiği, içinden yetiştiği ve içinde yaşadığı bölgenin ortamın insanını anlatıyordu. Bunun tersini yapması, kenti, kentliyi, kentligilleri yazması yapay olurdu. Bu bakımdan yazınımızda çıkarılan köy romanı - kent romanı tartışmasını yapay ve zorlama buluyorum. Önceki yapıtlarını gölgede bırakarak Fakir Baykurt patlamasını başlatan Yılanların Öcü’dür. Bugün de bence bu roman, bir Fakir Baykurt klasiğidir. Tırpan da Fakir romanının doruğu. On yıldan beri, Almanya’da yaşayan Fakir Baykurt’un yeni yapıtlarını okuyamamış olmam eksikliğimdir. Bu yüzden yazınımızda hangi düzeye vardığını, kendini yenileyip yenilemediğini bilemiyorum. Fakir Baykurt’un yazın yaşamını incelerken, onun çağının salt tanığı olmakla kalmayıp, tanık olduklarına yorum getirdiğini, böylece okurlarını bir toplumsal değişime özendirme çabası güttüğü görülecektir. Bu çabalarını salt yazar olarak değil, toplumun durumundan kendini sorumlu duyumsayan bir aydın olarak da toplumsal etkinliklerle sürdürmüştür. (TÖS çalışmaları vs.)
Altmışıncı yaşı dolayısıyla sevgili Fakir Baykurt’u kutlar, verimli çalışmalarının artan başarılarla sürmesini dilerim. İyi ki yazdın Fakir Baykurt...

Nesin Vakfı 01 Kasım 1989 Dergi, Duisburg, Kasım-Aralık 1989)


Orhan Pamuk,

“Fakir Baykurt’u severdim. Pek çok kitabını okudum. Ortaokulun son sınıfıyla lise bitene kadar. O zamanlar ben. İstanbul’un batılılaşmış zengin Nişantaşı’nda oturur; bütün Türkiye’nin benim gördüğüm Nişantaşı gibi olmadığını suçluluk duygularıyla bilirdim.
Fakir Baykurt’u bu tür burjuva olma rahatsızlıklarıyla okudum ve hikayeleri, anlatıcılığı, huzursuz ruhuma böyle hitap etti.
Kitaplarını okuyarak erken yaşta kendimi solcu saydığım üç beş yazardan biridir. Bugün köy edebiyatının bittiğini söylemek bir kehanet değil ama onca köy yazarı arasında Fakir Baykurt’un bir dönem neden bu kadar çok okunduğunu söyleyebilmek mesele. Onun kahramanlarını bir Tolstoy’un bir Dostoyevski’ninüç boyutlu kahramanlarına benzemiyor diye eleştirmek yanlış.
Önemli olan iki boyutu da olsa Irazca’nın ya da Kara Ahmet’in neden melodramatik bir halkçılığın titreşimlerini, bir hikaye dinleme zevkini, bir şefkat duygusunu bizde bu kadar başarıyla harekete geçirebildiğini söyleyebilmek.
İlk hikayemi yazıp bir yarışmaya yollamıştım. Fakir Baykurt’ta jürideydi. Ödül aldım, kendisiyle tanıştım. Bende hep iyi bir insan olduğu izlenimini uyandırdı.
Bu kadar severek okuduğumuz yazarları, olmadıkları şeylerle karşılaştırarak değil, asıl başarılarıyla yaptıkları şeyleri, zaferle dile getirdikleri hikayeleri çıkararak anlayalım.”

Romanları

* Yılanların Öcü (1954)
* Irazcanın Dirliği (1961)
* Onuncu Köy (1961)
* Amerikan Sargısı (1967)
* Tırpan (1970)
* Köygöçüren (1973)
* Keklik (1975)
* Kara Ahmet Destanı (1977)
* Yayla (1977)
* Yüksek Fırınlar (1983)
* Koca Ren (1986)
* Yarım Ekmek (1997)
* Kaplumbağalar (1980)

Öyküleri

* Çilli (1955)
* Efendilik Savaşı (1959)
* Karın Ağrısı (1961)
* Cüce Muhammet (1964)
* Anadolu Garajı (1970)
* On Binlerce Kağnı (1971)
* Can Parası (1973)
* İçerdeki Oğul (1974)
* Sınırdaki Ölü (1975)
* Gece Vardiyası (1982)
* Barış Çöreği (1982)
* Duirsbug Treni (1986)
* Bizim İnce Kızlar (1992)
* Dikenli Tel (1998)

bu da bir şiirinden ;

Yoruldum
Yoruldum, çok yoruldum
Biraz değil çok yoruldum Ankara’da
On katlı yirmi katlı beton yapılara
Sabah akşam asansörle inip çıkmaktan
.
Yoruldum, çok yoruldum
Biraz değil çok yoruldum Mamak’ta
Tutukevinde demir parmaklıklar ardında
Yaz kış ranzalarda yatmaktan
.
Yoruldum, çok yoruldum
Biraz değil çok yoruldum o şehirde
Çokları çok aldı yaşamda benden
Kimine emeğimi, kimine zamanımı vermekten
.
Yoruldum, çok yoruldum
Biraz değil çok yoruldum Almanya’da
Asfalt caddelerde yürümekten
Altı şeritli otoyollarda gidip gelmekten
.
Yoruldum, çok yoruldum
Biraz değil çok yoruldum Duisburg’ta
Pasaport, vize, oturma izni, işlemler her yıl
Yoruldum yurda uzaklardan bakmaktan
.
Ama yorulmadım hiçbir zaman
O yoksul sevgili gibi dağ başlarında
Karda kalmış, darda kalmış yolcular için
Yazmaktan ....... ( 1988)

Ahmed-i Hani / Ehmedê Xanî

17. yüzyılda yaşamış olan Ahmedi Hani’nin doğum ve ölüm tarihleri tam olarak bilinmiyor. Ağrı Dağı İshakpaşa ve Doğubeyazı'ta yaşadığı yüzyılın hak dostu,barış elçisi olarak bilinen Ahmed-i Hani ne yazık ki bugün farklı coğrafyalarda yeterince tanınmıyor.
Bütün insanların kardeşlik duyguları içerisinde yaşamasını dile getiren (Şeyh) Ahmed-i Hani yaşadığı dönemde kendi dilini yani Kürtçeyi kullanmış ve telif ettiği Kürtçe eserlerle insanları hakka, hakikate, birlik ve beraberliğe davet etmiş.
Dini eğitim gören Hani; Kürtçe, Arapça, Farsça ve Türkçe biliyor, eserlerini Kürtçe olarak yazıyordu. 14 yaşında yazmaya başlayan Ahmedi Hani, eğitimini bitirdikten sonra öğretmen olarak hayatını sürdürdü. Mutasavvıf şair Hani, Doğubeyazıt’da bir okul açarak dersler verdi. İnsanı merkez alan Ahmedi Hani, bölgenin ileri gelenlerinden her zaman istediği eğitim desteğini alamadı. Aşkları birçok dile çevrildi. Doğruluğu, iyiliği, suçsuzluğu, zayıflığı ve çaresizliği Mem ile Zin'in karakterlerinde, kötülüğü, ikiyüzlülüğü, fitneyi, fesatçılığı ve dalkavukluğu Beko'nun karakterinde toplayan Ahmedi Xani'nin Kürtçe yazdığı bu eseri, Arapça, Farsça, Fransızca ve Rusça'ya çevrildi.

Hayatını Doğubayazıt’ta geçiren Hani Baba’nın tanıtımı için sadece birkaç yurt ve camiiye isminin verilemesinden öteye geçilememesi de düşündürücü.

Prof. Dr. Soysaldı, büyük şahsiyetler arasında saydığı Ahmed-i Hânî’yi şöyle anlatıyor:
“Toplumda insanlarla iç içe yaşamış olan Şeyh Ahmed-i Hânî, insanların problemleriyle ilgilenmiş ve toplumda yaşanan sıkıntı ve problemlerin halkla ilgilenmemekten ve halkın sahipsiz kalmasından kaynaklandığını belirtmiştir. Bu sıkıntı ve problemlerden kurtulmanın yolunu ise iki maddede toplamıştır:

1. İnsanların birlik ve beraberlik içerisinde olmaları,
2. Birbirlerine destek olup yardımlaşma ve dayanışma içerisinde bulunmaları.
Ahmed-i Hani’nin hiçbir zaman Kürt, Türk, Arap ayırımı (ırk ayırımı) yapmaksızın herksin birlik ve beraberlik içerisinde yaşaması gerektiğini anlatmıştır. Eserlerinde de bunları anlatmıştır. Herkesin birlikte kardeşçe ve Müslüman’a yakışır şekliyle yaşamasını vurgulamıştır.”

BAŞLICA ESERLERİ
Mem û Zîn: Kürtçenin Kurmanci lehçesiyle 17. yüzyıl'da yazdığı ünlü manzum eseri. Konusu milattan öncesine dayanan ve efsaneleşen “Kerem ile Aslı” hikayesine benzeyen bir aşk hikayesidir.
Nubahar: Arapça – Kürtçe sözlük.
İman Akidesi : İman esaslarını Sünni mezhebine göre işlediği eser.
Çar Kuşe : Her bir mısra dört ayrı dilde (Arapça, Farsça Türkçe, Kürtçe) yazılan eserleri aşk, ayrılık ve kavuşma temalarını işler.

# # # #

Ürek ayrıldı menden sizde qaldı,
Gözüm saçlı gözel Nergiz'de qaldı,
Qonaq gelmişdim amma neyleyim ki,
Can ayrıldı ürek Tebriz'de qaldı.
#
Slaw u xweş.. Kurd edebitatı'nın en büyük şairi olan Ahmedi Xani'nin Mem u Zin mesnevisini okumak duyarlı bütün gençlerinin görevi olduğunu düşünerek mesnevinin bir bölümünü buraya yazmak istiyorum.

Mem u Zin'in hikayesi "Memé Alan" adıyla Kürt halkı arasında hayli yaygın ve eskidir. Bu hikaye milattan önceden bu yana halk arasında söylenen ve mitolojik nitelik kazanan bir destandır. Büyük ozan bu destandan ilham alarak o hikayeyi kendi çağının yaşantısına göre somut bir kalıba dökmüş, çağdaş bir uslupla yazmıştır. Bu suretle hem destanı kaybolmaktan kurtarmış, hem de Kürt Edebiyat'ına ölmez bir eser armağan etmiştir. Hani bu eserde Memo ve Zin'in aşkı etrafında çağının yaşantısını, o zamanın sosyal, kültürel ve idari durumunu da güçlü bir maharetle tasvir etmiştir. İyiliği, doğruluğu, suçsuzluğu, zayıflığı ve çaresizliği Memo ve Zin'in şahsında toplayarak; kötülüğü, dalkavukluğu, fitneciliği ve ikiyüzlülüğü de Bekir'de somutlaştırarak gözler önüne sermiştir. Aşağıda Mem u Zin'in bitiş kısmından kısa alıntılar yer almaktadır:

LVIII Hikayenin Sonu

..... Ey dost! Candan iyi adamların dostu ol, Ya da iyice iyi adamların düşmanı ol. Onlar iyidirler ve iyiliği bilirler, Onlar iyilikten başka birşey bilmezler. Sen onlara ne kadar cefa göstersen, Onlar candan vefa gösterecekler. Sakın kötü adamların dostu olma, Köpeklerin ne dostu ol, ne de düşmanı. Onların dostu olsan, seni kirletirler, Düşmanları olsan seni yaralarlar.

.......... LV Bu Rüya mıdır, Hayal midir? (Bu bölümde insan hayatı tasvir ediliyor.) Saki! Gel söyle bana ne renktir bu, Bu alem hayal midir, yoksa rüya mıdır? Onun asılsız olduğunu yorumlama, Onun hayal olduğunu tasvir etme. Başlangıcı gerçi hayat rengindedir, Ama hayatın sonu da ölümdür. Yani var olmayan bir varlıktır bu, Güzel yaratılışlıdır, ne yazık ki ölümlüdür bu, Felekler, unsurlar ve onlardan doğan tabiatlar, Bu tabiatlardan meydana gelenler ve felekler, Hep birlikte güzel bir şekilde ortaklık yaparlar, Hep birlikte çabucak birbirlerinden ayrılırlar. Ölümsüzlük cevherinin ipuçlarıdır, Yok olma hastalığının sermayeleridir, Bir kısmı ağırdır, bir kısmı hafif, Bir kısmı gizlidir, bir kısmı latif. Gerçi bizim soylarımız ve köklerimizdir, Dördü de bizim için yol göstericidir. Ateş sönerse, hava yok olur, Su kurursa eğer, toprak toz olur Değirmen gibidir felekler, Çarklıdırlar, devamlı dönerler. O değirmen daneleri insanlardır, Yer altında saklı olan, yumuşak un gibidirler. O daneler sırayla ve peş peşe, Devamlı dökülürler çuvalın ağzından. Dökülen her dane parçalanır, Bölünür ve öğütülür. Yeniden tekrar yoğururlar onu, Ateşe müstahak olan o kalp kalıbı. O kadar macera çektiği halde, Yine pislik mertebesine razıdırlar.

#

10 Ocak 2010 Pazar

YILMAZ ERDOĞAN

Yerle yeksan, ıslak saçlı, kem gözlü,
Kavim göçlerinden bu yana ağlayan
Ve durmadan
Cep kanyağı yakıcılığında ezgiler
Çalan, çaldıran, yakalatan
Adı bende gizli bir kadındı İstanbul

Şehre bir yağmur yağdı
Ben ağladım

Sevilirken ayrılmak mı kaldı Bizanstan
Yalan dolan yoktu gözlerde sadece ses
Verilen sözler birdi edilen yeminler sıfır
Eşyalar alındı fotoğraflar söküldü
yerlerinden
Bir aşkın izlerini yok edecek yeni bir aşk
sipariş edildi yeniden

Bir şehre yağmur yağdı
Ben ağladım

Kim daha çok yalan söndürdü çay
bardaklarında
Hangisi talandı demli öpücüklerin
Ve buğularda yitirilen kimin adıydı
Bir aşktan diğerine kaç saate gidiliyordu
Soyulur muydu kabuğu hayatın
Yoksa bütün vitamini kabuğunda mıydı?

Yağmur şehre bir yağdı
Ben ağladım

Ben ençok seni götürdüm giderken
Aklımın nakliyesiydi asıl yoran taşıyıcıları
Yardan düşmüştüm yaralarım yardan armağandı
Ben sevmeyi beceremedim belki de sevilmeyi
Benim sevmeye engel evcil acılarım vardı

Ben yağmur ağladım bir şehre yağdı
Ben şehre ağladım bir yağmur yağdı
Ben bir ağladım şehre yağmur yağdı

Ben...
Yağmur...
Ağladım...

# # #

Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk olmaktan
Ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam...
Ben seninle bir gün Veyselkarani'de haşlama yeme ihtimalini sevdim.
İlkokulun silgi kokan, tebeşir lekeli yıllarında
Ankara'da karbonmonoksit sonbaharlar yaşanırdı o zaman
özlemeye başladım herkesi...
Ve bu hasret öyle uzun sürdü ki, adam gibi hasretleri özlemeye başladım sonra..
Bizim Kemalettin Tuğcu'larımız vardı...
Bir de camların buğusuna yazı yazma imkanı...
Yumurta kokan arkadaşlarla paylaşılan kahverengi sıralarda,
solculuk oynamaya başladık..
Ben doktor oluyordum sen hemşire, geri kalanlar kontrgerilla...
Kırmızı boyalarla umut ikliminde harfler yazılıyordu pütürlü duvarlara ve
Türk Dil Kurumu'na inat bir Türkçeyle...
Ağbilerimizden öğrendik, S harfinden orak çekiç figürleri türetmeyi..
Ankara'ya usul usul karbonmonoksit yağıyordu.
Ve kapalı mekanlarda sevişmeyi öneriyordu haber bültenleri.
Oysa Ankara'da hiç sevişmedim ben.
Disiplin kurulunda tartışılan aşkım olmadı benim..
Sınıfça gidilen pikniklerde kıçımıza batan platonik dikenleri saymazsak..
Ankara'ya usul usul kurşun yağıyordu..
Ve belli bir saatten sonra sokağa çıkmamayı öneriyordu haber bültenleri.
Oysa hiç kurşun yaram olmadı benim
Ve hiç bir mahkeme tutanağında geçmedi adım
Çatışmaların ortasında sevimli bir çocuk yüzüydüm sadece
Sana şiirler biriktiriyordum fen bilgisi defterimde, ama sen yoktun
Ben, senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum, suni teneffüs saatlerinde
Okul servisi seni hep zamansız, amansızca bir lojman griliğine götürüyordu
Ben, senin benimle Tunalı Hilmi Caddesi'ne gelebilme ihtimalini seviyordum.

Ben, senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum.

Yaz sıcağı toprağa çekiyor da tenimin çatlamaya hazır gevrekliğini
Sonra otobüs oluyordum, kırık yarık yolların çare bilmez sürgünü
Ne yana baksam dağ ve deniz sanıyordum
Muş ovasının yalancı maviliğini
Otobüs oluyordum bir süre
Yanımızdan geçen kara trenlerle yarışıyordum, yanağım otobüs camının garantisinde
Otobüs oluyordum
Bir ülkeden bir iç ülkeye
Çocukluğuma yaklaştıkça büyüyordum.
Zap suyunun sesini başına koyuyordum şarkılarımın listesinin
Korkuyordum
Sonra iniyordum otobüsten
Çarşıdan bizim eve giden, ömrümün en uzun,
ömrümün en kısa, ömrümün en çocuk,
ömrümün en ihtiyar yolunu koşuyordum.
Çünkü sonunda annem oluyordum, babam kokuyordum sonunda..
Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk olmaktan
Ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam
Ben seninle bir gün Van'daki bir kahvaltı salonunda
Ben seninle sadece bilmek zorunda kalanların bildiği
bir yol üstü lokantasında
Ben seninle, Ağrı dağına mistik ve demli bir çay kıvamında bakan
Doğubeyazıt'ın herhangi bir toprak damında
Ben seninle herhangi bir insan elinin
terli coğrafyasında olma ihtimalini sevdim

Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim!

# # #

Adını anmak güzeldi,
dost ağızlarda sana dair cümlelerin
ıslatılması...
Adını anmak...
Yüksek sesle, kimsesiz gecelerin düşsel
avuntularına sırt çevirip senden söz açmak...
Biraz gülünç, biraz sitemkar...
güzeldi...
Adının Türkçedeki yankısı özeldi...

Seninle yoğurt yemek, kendi Kanlıcanlı,
Sülalesi Kandilli yoğurtçunun mekanında...
Denize amors durup, yüzüne
cepheden bakmak güneşli bir mavilikte....
güzeldi..

İpe sapa konuşlanmaz bahanelerle elini tutmak,
yüzünde
Yüzyıllık bir hasreti gidermek güzeldi...

Güzeldi'li geçmiş zamanları düşünüyorum
şimdi...
Cümlelerimiz öznesiz...Umursayan yok,
Kanlıca'daki yoğurdu...

ve eşikteki öpücük, tarih bilinci olmayan bir
aşkın mührüdür artık...

# # #

Kente yalnızlık gelirdi sen uyuyunca
Yüzümde mevsim değişirdi uyandığında
Bilmezdin gizliden seni sevdiğimi
Aşkın içimde solardı adın bahardı

Eteğini koştururdun sokağımızda
Sokak sus pus olur sana bakardı
Bilmezdin gizliden izlediğimi
Gözlerim gözlerinden korkardı
Hatırlıyorum adın Bahardı

Sokakta bir bayramdı durakta bekleyişin
Sanki sonsuz bir ayrılıktı okula gidişin
Bilmezdin her sabah seni yolcu ettiğimi
Yüreğim yol boyu ardından ağlardı
Hatırlıyorum adın Bahardı.

# # #

9 Ocak 2010 Cumartesi

ŞÜKRÜ ERBAŞ

Bir Ayrilis Hikayesi

ama nasil,
avuçlarimda camdan bir parça gibi kalbimi sikip
parmaklarimi kanatarak
kirasiya,
çildirasiya...
Erkek kadina dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasil,
kilometrelerce derin, kilometrelerle dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bir besyüz
yüzde hudutsuz kere yüz...
Kadin erkege dedi ki:
-Baktim
dudagimla, yüregimle, kafamla;
severek, korkarak, egilerek,
dudagina, yüregine, kafana.
Simdi ne söylüyorsam
karanlikta bir fisilti gibi sen ögrettin bana...
Ve artik
biliyorum:
Topragin ---
Yüzü günesli bir ana gibi ---
En son, en güzel çocugunu emzirdigini...
Fakat neyleyim
saçlarim dolanmis
ölmekte olanin parmaklarina
basimi kurtarmam kabil
degil!
Sen
yürümelisin ,
yeni dogan çocugun
gözlerine bakarak...
Sen
yürümelisin,
beni birakarak...
Kadin sustu.
SARILDILAR
Bir kitap düstü yere...
Kapandi bir pencere...
AYRILDILAR...

* * * * *

AYKIRI YAŞAMAK

Geriye bakarak yanıtlıyoruz birbirimizi
Bir destek aranır bir güç alırcasınaDönerek ikide bir anıların ülkesine..
Alnımızı gererek konuşuyoruz, kaşlarımızıBir ince eğimle siper edip bakışlarımıza
Çok iyi bildiğimiz bir duyguyu- O biraz yenilgiye biraz ezikliğe benzer Ortak yaşadığımız sızım sızım -Saklamaya çalışıyoruz birbirimizden.
Uzun uzun susuyoruz sözün kıyılarındaHangi kapıyı aralasak bir uzaklık esiyor
Hiçbir düşünceyi sonuna dek götüremiyoruz.- Böyle belirlenmiş sınırlar içinde Bir iç denetimle, bir dış denetimle Konuşmasak da eski tadını yitirdi -Düşler kuruyoruz yeniden gelecek üzerineKaldırıp kirpiklerimizi ayak uçlarımızdanDağlara bakıyoruz, ufuklara, bulutlara- Ah, o insan yüreğinin değişmeyen tutkusu -Bir güncel sesle sonra, çirkin ve çiğBir kirli görüntüyle hayata ilişkinDönüyoruz gerçeğin o kalın çizgisine..
Yeni yeni yaşamlar kuruyoruz ödünler vererekAklımızda yüzlerce geçerli açıklama:"Yaşamak zorundayız nasılsa, iyidirHiç yoktan var olmak" adına Karşı çıktığımız ne varsa yapıyoruz hepsini.
Bir kan pıhtısı gibi yarada kuruyanBinlerce uyuşturucu merhemle donuyor kalbinizdeAnılar inançlar incelikler düşler..

########

Bana sorular öğreten dost
Bir de sen bulmadıkça doğrular yarımdır diyen..
Kimi gün bir türkü, kimi gün şiirlerle
Kitaplarla daha çok, giderek kitaplarla
Sabırlı, içten,yalın
Örnekler çıkarıp adım adım
Küçücük bir kentin kapalı hayatından
Bana dünyaları gösteren dost..
Telâşını taşıyorum yıllardır
Konuşurken birbirine vurduğun parmaklarının
Ve içine yüreğini koyup koyup
Ak güvercinler gibi ağzından uçurduğun
O büyülü, sıcak, doğru sözlerinin..
Sesini çoğaltıyorum sesler içinde
Bir tutku gibi geciktikçe büyüyen
İnancının onurunu taşıyorum yıllardır.


#####


İnsan ki anılardan bir buluttur
Hayatın sonsuzluğa akıp giden göğünde
Savruldukça çoğalır çözüldükçe birikir..
Düşmeden son damlası toprağın rahmine
Kimbilir kaç mevsim görür
Kaç rüzgâr geçirir..

#####

İnsan belleğinin ihanete vuran unutuşu
Ey yanlışı emziren kör meme
Hayatın kaçınılmaz kusuru..
Kapındayız işte koskoca bir geçmişle
Ölüler diriler düşenler dövüşenler..
Nicedir boşluğunda kimsesiz rüzgârların
Acı çığlıklar attığı cansız alanlar
Doğrular, yanlışlar..
Bir gizli dil gibi öfkenin için için
Derininde büyüdüğü dilsiz suskunluklar..
Kalanlar, kaybedilenler
Ne varsa, kapındayız işte
Tutuşturmak üzere yeniden
Zamanın küllenen yüreğini..
Sun bize inancın duru pınarlarından
Süzülen o eski tadını düşlerin;
Ömrümüzün acemi dallarında
O bir heyecanla telâş telâş açılan
Don vurmuş tomurcuğunu geleceğin..

Yaşamak ölümden üstün, acıdan büyük
Ver bize coşkusunu yeniden
Sesimizi geri ver
Sahipsiz kalmasın özgürlüğün türküleri
Kardeşliğin paylaşmanın sevginin
İnsanı çoğaltan o gönül zenginlikleri..
Zoru seçiyoruz yeniden, inançla, inatla
İyi, doğru ve güzel
Ne varsa "büyük insanlık" adına
Kapındayız işte bir daha
Tarihsin sen
İnsan emeği ve düşüyle yoğrulmuş
Göster bize geleceğin yollarını..

######

ZAMANA BENZEDIK

Hayatin süngüleri var,
(Daracik ömrümüzde genis sikintilar)
Mutlulugun genis kapilarinda.

Usul gülüslerimizde hüzün lekeleri
Kücük ayrintilara yöneldik nicedir
(Ice dönük, duygulu, karamsar).

Iki yüzümüz vardi, iki güzelligimiz
Umut ve Sevgi, kirmadan aynalar
(Ayni kirisikligimizda ayni sucun izi var).

Yalnizlik biricik benzerligimiz oldu,
Payimiza düsen o yalnis iliskilerden
(Herkese acisi kadar).

Ne konusmalarimizda bir tat,
Ne susmalarimizda bir hikmet
(Hep ayni bosluga acildi dar kapilar).

Olur olmaz seylerden alinir, kirar olduk,
Zamana benzedik iyice, cekilmesi zor,
(Aynalarin ardinda ayni kirin pasi var).

######

Senin Korkularini Benim İnceligimi

Ayrilik ne biliyor musun?
ne araya yolarin girmesi,
ne kapanan kapilar,
ne yildiz kaymasi gecede,
ne ceplerde tren tarifesi,
ne de turna katari gökte.
Insanin icini dökmekten vazgecmesi ayrilik!
Ipi kopmus boncuklar gibi yollara döktügü gözlerini,
birer damla düs kirikligi olarak toplamasi icine.
ardinda dünyalar isiyan camlar dururken,
duvarlara dalip dalip gitmesi.
türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrilik.
sacina rüzgar, sesine isik düsürememek kimsenin.
cicekcilerden uzaga düsmesi insanin yolunun.
günesin bir ceza gibi dogmasi dünyaya.
iki adimdan biri insanin, sevincin kundakcisi,
hüznün armasi ayrilik.
o kücük ölüm!
usta dokunuslarla bizi ölüme hazirlayan.
ayrilik, o köpüklü öpüslerin ardindan gidip agzini yikadiginda baslamisti.
ben bulutlari gösterirken,
"bulmacanin bes harfli yemek sorusuna" yanit aramanla halkalanmis,
"askin sarabinin agzini actim, yar yüzünden icte murat bende kaldi"
türküsü tenimde dügümlenirken, odadan cikisinla yolunu tutmus,
daglarda öldürülen cocuklarin fotograflarini bir kenara itip,
"bu etegin üstüne bu bluz yakisti mi?"
diye sordugunda varacagi yere varmisti coktan.
simdi anliyor musun gidisinin neden ayrilik olmadigini,
bir yapragin düsmesi kadar ancak, acisi ve agirligi oldugunu.
bir toplama isleminin sonucunu yazmak gibi bir deger tasidigini.
bosluga bir bosluk katmadigini, kar yagdirmadigini yaz ortasinda...
ne mi yapacagim bundan sonra?
ayak izlerimi silmek icin sana gelen bütün yollari tersinden yürüyecegim önce.
siir yazmayacagim bir süre,
fotograflarini günese koyacagim, bir an önce sararsinlar diye.
hediyelik esya satan dükkanlarin önünden gecmeyecegim.
senin icin biriktirdigim yagmur suyunu, bir gül agacinin dibine dökecegim.
falci kadinlara inanmayacagim artik.
trafik polislerine asla sormayacagim,
gelecege isik düsüren bir gülüsle gülmeyecegim kimseye....
ne yapacagimi saniyorsun ki?
tenin tenime bu kadar sinmisken,
ömrüm azala azala önümden akarken ,
gittigin gercek bu kadar herkese benzerken ...
senin korkularini benim inceligimi doldurup yüregime,
biraktigin boslugu yonta yonta binlerce heykelini yapacagim.

# # # #

Kocaman Bir Çoçugu Öpüyorsun

Sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen
Herkesin perde perde çekildiği bir akşam
Siyah bir su gibi yollara akan yalnızlığı öpüyorsun
Ağzında eriklerin aceleci tadı
Elleri bulut, gözleri ot bürümüş ekin tarlası
Bir çocuğun düşlerine inen tokadı öpüyorsun.
Yağmur her zaman gökkuşağını getirmiyor
Aralık kapılarda bekleyişin çarpıntısı
Bir kadının eksildikçe ömrüme

Bir kadının eksildikçe ömrüme eklenen
Uzun gecelerini, solgun gövdesini öpüyorsun.
Uzak dağ köylerine vuran ay ışığı
Kerpiçlerden saraylar kuruyor yoksulluğa
Ne suların ibrişimi ne gökyüzü ne rüzgâr
Sen bende gittikçe kararan bir halkı öpüyorsun

Sakarya Caddesi'nde sarhoşlar
Rakıyla buğulanmış kaldırımlarına gecenin
Yüksek sesle bir şeyler çiziyorlar.
Yalnızlık her koşulda bir sığınak bulur, diyorum
Uzanıp dudağımdaki titremeyi öpüyorsun.
Örseler acıyla düştüğü yeri
Susarak büyüyen adamların sevgisi.
Ağzında pas tadıyla bir inceliği söylemek
Bir gülünç içtenliktir, gecikmiş ve ezik
Sen bende yanlış bir ömrün tortusunu öpüyorsun.

İnsanın zamana karşı biricik şansıdır aşk
Onca kapı onca duvar içinde bulur aynasını.
Sen bende neleri öpüyorsun biliyor musun
Herkesin simsiyah kesildiği bir akşam
Yıldızlarla yedirenk gökyüzünü öpüyorsun.

Sen bende, gözlerinin anne ışığıyla
Bir solgunluktan doğan kocaman bir çocuğu öpüyorsun.

## ## ##

Sefil bir nazara geldim
Nargile içinde duman
Baharsız sevişme edasındayım kimsesiz...

İzah edemiyor durumumu,hiçbir argüman
Ya bitir bu gelişmeyi kökünden
Yada kısa dalga bir şeyler çalınsın
Yine eskisi gibi radyolarda
Hani megahertz filan,bazı sırlar veriyordu
Metalik sesleri ve bordroları olan
Saygın adamlar...!

#####

AYRILIK NE BİLİYOR MUSUN?

Ne araya yollarin girmesi,
ne kapanan kapilar,
ne yildiz kaymasi gecede,
ne ceplerde tren tarifesi,
ne de turna katari gökte.

Insanin içini dökmekten vazgeçmesi ayrilik!


Ipi kopmus boncuklar gibi yollara döktügü gözlerini,
birer damla düs kirikligi olarak toplamasi içine.
Ardinda dünyalar isiyan camlar dururken,
duvarlara dalip dalip gitmesi.
Türküsünü söylecek kimsesi kalmamak ayrilik.
Saçina rüzgar, sesine isik düsürememek kimsenin.
Çiçekçilerden uzaga düsmesi insanin yolunun.
Günesin bir ceza gibi dogmasi dünyaya.
Iki adimdan biri insanin, sevincin kundakçisi,
hüznün armasi ayrilik.

O küçük ölüm!

Usta dokunuslarla bizi büyük ölüme hazirlayan.

Ayrilik, o köpüklü öpüslerin ardindan gidip agzini yikadiginda baslamisti.
Ben bulutlari gösterirken,
"bulmacanin bes harfli yemek sorusuna" yanit aramanla halkalanmis
"Askin sarabinin agzini açtim, yar yüzünden içti murt bende kaldi"
türküsü tenimde dügümlenirken, odadan çikisinla yolunu tutmus,
Daglarda öldürülen çocuklarin fotograflarini bir kenara itip,
"bu etegin üstüne bu bluz yakisti mi?"
diye sordugunda varacagi yere varmisti çoktan.

Simdi anliyormusun gidisinin neden ayrilik olmadigini,
bir yapragin düsmesi kadar ancak, acisi ve agirligi oldugunu.
Bir toplama isleminin sonucunu yazmak gibi bir deger tasidigini.
Bosluga bir bosluk katmadigini, kar yagdirmadigini yaz ortasinda....

Ne mi yapacagim bundan sonra?

Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yollari tersinden yürüyecegim önce.
Siir yazmayacagim bir süre,
Fotograflarini günese koyacagim, bir an önce sararsinlar diye.
Hediyelik esya satan dükkanlarin önünden geçmeyecegim.
Senin için biriktirdigim yagmur suyunu, bir gül agacinin dibine dökecegim.
Falci kadinlara inanmayacagim artik.
Trafik polislerine adres sormayacagim,
Gelecege isik düsüren bir gülüsle gülmeyecegim kimseye....

Ne yapacagimi saniyorsun ki?

Tenin tenime bu kadar sinmisken,
ömrüm azala azala önümden akarken,
gittigin gerçek bu kadar herkese benzerken..
Senin korkularini, benim inceligimi doldurup yüregime,
biraktigin boslugu yonta yonta binlerce heykelini yapacagim.

****


YILMAZ GÜNEY

Bu duvarlar yetmiyor bizi ayırmaya bilesin
Bu parmaklıklar bu demir kapılar,bu hava,inan
Bazen bir yumrukta yıkacak kadar güçlü
Bazen bir serçe kadar güçsüzsem,bir nedeni vardır
Hangi zorluğu yenmemiş insanoğlu
Hele taşıyorsa içinde bu insanca sevgiyi
Güzel günler zorlu duraklardan geçer sevdiğim
Damla damla birikiyor insan
Damla damla sevgili
Bir gün akıp gideceğiz hayata
Duvarlar yıkılacak,açılacak bütün kapılar bilesin
Benim yüreğim sensin şimdi,seni vurur durur
Ve yine damla damla çoğalıyorsun içimde


###

ARKADAŞ

Olmasın o ta içten
Gülen gözlerde yaş
Bir gün gelip ayrılsak da
Seninle arkadaş

Bir kıvılcım düşer önce
Büyür yavaş yavaş
Bir bakarsın volkan olmuş
Yanmışsın arkadaş

Dolduramaz boşluğunu
Ne ana ne kardaş
Bu en güzel bu en sıcak
Duygudur arkadaş

Ortak olmak her sevince
Her derde kedere
Ve yürümek ömür boyu
Beraberce el ele

Olmayacak o ta içten
Gülen gözlerde yaş
Bir gun gelir ayrılsak da
Seninle arkadaş

####

KÖPRÜ

Sevgili
yetmiyor 'sevgili' sözü
tek başına. Karşılamıyor
içimi dolduran duyguyu.
Oysa ben 'sevgili'
derken neler
düşünüyorum bilsen.
Sonsuz, bir güneş
bir yudum rakı
çiçeğe durmuş ince bir
bahar dalı
oğlumun sıcak yanağı
anamın acılı gözleri
babamın tütün kokan eli
evimizdeki kuş
yarının güzel günleri.
Anlatılması güç binlerce
duygu ve sen...
İşte sen
beni hayata bağlayan
en güzel köprüsün;
köprülerin en güzelisin.
Sevgilim... Güzelim...
İnsanı yaşatan
içimizdeki hayat böceğidir.
O ölürse
hayatımızın da tadı biter.
O sakın ölmesin
yaşat onu.

####

Canim, Sevdigim, Yüregim...

Bu duvarlar yetmiyor bizi ayirmaya bilesin...
Bu parmakliklar, bu demir kapilar, bu hava, inan...
Bazen bir yumrukta yikacak kadar güçlü,
Bazen bir serçe kadar güçsüzsem, bir nedeni vardir...
Hangi zorlugu yenmemis insanoglu.
Hele tasiyorsa içinde bu insanca sevgiyi.
Güzel günler zorlu duraklardan geçer sevdigim.
Damla damla birikiyor insan. Damla damla sevgili...
Bir gün akip gidecegiz hayata...
Duvarlar yikilacak, açilacak bütün kapilar bilesin.
Benim yüregim sensin simdi, seni vurur durur...
Ve yine damla damla çogaliyorsun içimde.

####

Hayat Bize Mutlu Olma Sansi Vermedi

Hayat bize mutlu olma sansi
vermedi
Biz kendimizden baska
Herkesin üzüntüsünü
Üzüntümüz,
Acisini acimiz yaptik.
Çünkü Dünya'nin öbür ucunda,
Hiç tanimadigimiz bir insanin
Gözyasi bile içimizi parçaladi...
Kedilere agladik
Kuslarin yasini tuttuk.
Yüregimizin yufkaligi
Kimi zaman hayat karsisinda
Bizi zayif yapti.
Aslinda ne güzel seydir
Insanin insana yanmasi
Sevgili...
Ne güzeldir bilmedigin birinin
derdine üzülmek ve çare aramak.
Ben bütün hayatimda hep
Üzüldüm, hep yandim..
Yasamak ne güzeldir be sevgili
Sevinerek, severek, sevilerek,
Düsünerek...
ve o vazgeçilmez sancilarini
Duyarak hayatin

####

Bizde Bilirdik

Bilirdik el ele tutmayı
Gözgöze bakmayı bilirdik
Yürüyüp sahil boyu şiir okumayı
Çiçek almayı
Üzerine bir dipnot sevgi düşmeyi bilirdik
doluydu ellerimiz kalplerimiz dolu
köşe başları siyaset tartışmalarından fırsat düşmezdi
biz de bilirdik yağmurda yürümeyi
ama parkamız taşımazdı incecik yağmuru
sızardı tenimize
rüyalar görmeyi de bilirdik
gecemiz işgal edilmişti karabasanlarca
dünde sallanır günde sallanır
bilirdik hisli şarkıları armağanı birbirimize bir borç
ondan olacak ki
türküler çağırdık geceler boyu
bilirdik şarap rengi denizin kokusunda
ay ışığı yakmayı
lakin yasaktı
bilirdik güneş altında sıhhate haiz olmayı
küf kokulu karanlıklar öğretti gençlikte solmayı
bilirdik tatmayı dünya mutfağında nice eşsiz lezzeti
lakin güneşi yoğurup koyduk aşımıza

bizde bilirdik sevgiliye karanfil almasını
lakin aç idik yedik karanfil parasını...


####

Nazım Hikmet..Nazım dan seçkiler.

Nazim Hikmet'in Seyh Bedreddin
Destani'ndaki son siiri:


Yagmur ciseliyor,
korkarak
yavas sesle
bir ihanet konusmasi gibi.

Yagmur ciseliyor,
beyaz ve ciplak murted ayaklarinin
islak ve karanlik topragin ustunde kosmasi gibi

Yagmur ciseliyor,
Serezin esnaf carsisinda,
bir bakirci dukkaninin karsisinda
Bedreddinim bir agaca asili

Yagmur ciseliyor.
Gecenin gec ve yildizsiz bir saatidir.
Ve yagmurda islanan
yapraksiz bir dalda sallanan seyhimin
cirilciplak etidir.

Yagmur ciseliyor.
Serez carsisi dilsiz,
Serez carsisi kor.
Havada konusmamanin, gormemenin kahrolasi huznu.
Ve Serez carsisi kapatmis elleriyle yuzunu.

Yagmus ciseliyor.
###

Bizi esir ettiler,
bizi hapse attilar:
beni duvarlarin icinde,
seni duvarlarin disinda.
###

A.Kadir Meriçboyu..(toplumcu, sosyalist şair)

A.Kadir Meriçboyu..(toplumcu, sosyalist şair)

Mutlu olmak varken bu dünyada...
Kuşağının ünlü şairleri gibi "bireysel" sorunları değil, toplumsal sorunları kendine dert eden sosyalist bir şair olan A. Kadir'i yitireli tam 23 yıl oldu. İbrahim Abdülkadir Meriçboyu ya da bildiğimiz ismiyle A. Kadir, 1 Mart 1985'te aramızdan ayrıldı. 1940 kuşağının acı ile yoğrulmuş toplumcu şairlerimizden A.Kadir, şiirleriyle yaşıyor...

A. Kadir'in hapishanelerde, sürgünlerde geçen, acıyla yoğrulmuş yaşam öyküsü 1917'de İstanbul'da başladı. Babası subay olan A. Kadir, Kuleli Askeri Lisesi'ni bitirdikten sonra, Kara Harp Okulu son sınıf öğrencisiyken 1938'de, Nâzım Hikmet'e karşı açılan "1938 Harp Okulu Davasında yargılandı. Nâzım Hikmet'le birlikte hapis yattı. On aylık hapisten sonra askerliğini er olarak yaptı. Askerlik dönüşü İstanbul Hukuk Fakültesi'ne girdi. Geceleri gazetelerde düzeltmenlik yaparak yaşamını sürdürdü.

1943 yılında "Tebliğ" isimli şiir kitabı ile savaşa karşı çıkarken, yoksulların seslerini taşıdı mısralarında. "Tebliğ" yasaklanarak, toplatıldı. İstanbul'dan sürüldü. Muğla, Balıkesir, Konya, Adana ve Kırşehir'de dört buçuk yıl sürgün kaldı. İstanbul'a döndükten sonra bir bisküvi fabrikasında işçi olarak çalıştı.

SÜRGÜNDEN SONRA...
A. Kadir, 1976'da Militan dergisine sürgünden sonraki yıllarını şöyle anlatıyordu: "Bir ara boş gezdim. Ne iş bulsam yapacaktım. Ama iş neredeydi? Bütün kapılar kapalıydı. Bir ara günde bir iki liraya bir bisküvi fabrikasında çalıştım. Sonra en pespaye patronların yanında musahhihliğe [düzeltmenlik] başladım. Olanca gücümle ve çok ucuza çalışarak kendime tek laf söyletmedim. Polis çalıştığım yere geliyor, benim işten çıkarılmamı istiyordu. Ama patron ne kadar aşağılık olursa olsun, kendisine ucuza çalışan ve işine çok yarayan adamı elinden kaçırmak istemez. Ben de bundan yararlandım, aç kalmak korkusu içinde, kendimi harcamayı göze aldım. O sıralar öyle bir baskı vardı ki, değil bir kitap, bir tek şiir bile yayınlamak hayaldi..." [1]
1965'den sonra kendi kitaplarını yayınlayarak, yazarlığını sürdürdü. A. Kadir şiir yazmanın yanı sıra şiirler de çevirmekteydi. Azra Erhat ile Home-ros'un "İlyada"sını ve ardından "Odysseia"sını çevirdi. Mevlâna, Hayyam ve Fikret'in şiirlerini sade-leştirerek; "Bugünün Diliyle Mevlâna", "Bugünün Diliyle Hayyam", "Bugünün Diliyle Tevfık Fikret" isimli şiir kitaplarını yayınladı.
"Dünya ve Halk Demokrasi Şiirleri" isimli üç ciltlik çalışması ile bizleri dünya şairlerinin dizeleri ile buluşturdu. 1968'de bütün şiirlerini "Mutlu Olmak Varken" isimli şiir kitabında topladı. 1985 yılında İstanbul'da yaşama veda eden A. Kadir, kendi deyişi ile: "Babıâli caddesinden yirmi beş yıldır bir forma yere düşürmeden, bir yere on para borç takmadan sıyrıldım. Ama hep anam ve Nâzım beni gözetlermiş gibi gelirdi bana... bir şey olacak mı, sürçecek mi, bir hata yapacak mı diye..." yaşadı.
Onlar öyle bir kuşaktılar ki, hapislerle, sürgünlerle, acılarla ve düşleriyle yaşadılar. Ne diyordu A. Kadir: "Olduk acımızla sarmaş dolaş / bekledik düşümüzle koyun koyuna." [1] Devrimci Sanat ve Kültür Kavgasında Militan, Mart 1976, Sayı: 15.
1938'ler...Alman faşizmi azgınlaşmış. Harp Okulu'nda kitap okumaya meraklı bir avuç genç ve 37 yaşındaki şair Nâzım Hikmet "askerî isyan" suçlamasıyla yargılanırlar ve Nâzım on beş yıla mahkûm olur. A. Kadir'in ilk duruşmada ki sorgusunu, "1938 Harp Okulu Olayı ve Nazım Hikmet" isimli anı kitabından aktarıyoruz...
"Komünisttim ben işte, ne yaparsanız yapın!"
Sıra geldi bize. Hakim:
- Abdülkadir Meriçboyu, dedi. Ayağa kaktım.
- Savcının bütün iddialarını reddediyorum, dedim.
- Reddediyorsun ama, okuduğun kitaplara baksana, dedi hâkim.
- Ne var benim okuduğum kitaplarda? dedim. Siz ne okumamı istiyorsunuz benim? Ben gerçekleri öğrenmek istiyorum, gerçek hayatı. Halk çocuğuyum ben, babasız büyüdüm. Çocukluğum perişanlık içinde geçti. Tatillerde sepetçilik yaptım, kahveci çıraklığı yaptım, mahalle aralarında kurabiye sattım, karpuz sergilerinde çalıştım, gelecek yılın kitap, defter parasını çıkarayım diye. Mahallemizdeki zengin çocuklarının yaşayışlarını görürdüm. Biz kuru-fasulyeyi çok zaman zor bulurduk. Ben askerî okula fukaralık yüzünden girdim. Fukara olmasaydık belki de doktor, mühendis okuluna girerdim. Ne okumamı istiyorsunuz benim? Halit Fahri'leri, Orhan Seyfi'leri, Yahya Kemal'leri mi? Elbette ki Gorki'yi okuyacağım, Nâzım Hikmet'i okuyacağım. Ama bunları okuyorum diye isyan falan mı düşünüyorum sanıyorsunuz? Askerî isyan nerede, ben nerede?... Bizim aklımızın ucundan geçmiş değil böyle şeyler. Bedava yedirdiğiniz yemekleri kursağımızdan çıkarmak istiyorsunuz bakıyorum. Nedir bu dünyada zenginlik, fakirlik diye düşündük mü, hemen komünist deniyor. Ben zenginleri sevmiyorum. Komünistlik mi bu sizce? Soruyorum, komünistlik mi? (...) Zenginleri sevmemek, fakirlere acımak, Nâzım'ı okumak ve sevmek komünistlik mi? Eğer ko-münistlikse bu, komünisttim ben işte, ne yaparsanız yapın.
Dedim ve olanca gücümle elimi sıraya vurdum ve oturdum. Daha önceden kararlıydım böyle hızlı konuşacağıma, ama gene de şaşıyordum, nasıl söyleyebilmiştim bu kadar lâfı koca mahkemenin önünde? Mahkeme heyeti yumu-şayıvermişti. Baktım, zabıt kâtibi gözlerini bana dikmiş, yanaklarından yaşlar akıyor, bayağı ağlıyor zavallı! Önümde Fuat Ömer, Nâzım'ın avukatı, şaşırmış kalmış, öyle bakıyor. Nâzım'a baktım, yüzü bana dönük, gözleri yaşlı, bir baba şefkatiyle gülümsüyor. Arkamda bir ses duydum, döndüm şöyle bir, baktım Naci Fişek, içini çeke çeke ağlıyor. Hay Allahım, neden üzdüm ben bunları böyle? diye düşünmeye kalmadı, hâkim: - Mahkemeye ara veriyoruz, dedi.

Çiçekleri umudumuzun
Mutlu olmak varken bu dünyada,
geceler geldi dayandı kapımıza,
olduk acımızla sarmaş dolaş,
bekledik düşümüzle koyun koyuna.

Çok olun, çocuklar, çok olun,
yapraklar kadar, balıklar kadar çok olun,
el ele verin, çocuklar, el ele,
bütün gündüzler sizin olsun,
yaşayın dünyayı doya doya.

* * *
BİRGÜN
23.2.2008

ŞİİİRLERİNDEN:

bu dünya ne tek tek yasamakta,
bu dünya ne rakinin, ne sarabin içinde,
bu dünya ne parada, ne pulda,
ne kalleslikte, ne zulümde.
bu dünya askin içinde, alin terinde.
###

1940 sonrası sosyalist gerçekçi edebiyatın kavgacı olmayan şairlerindendir. onun şiirinde her şeye rağmen insan en öndedir. o bazı arkadaşları gibi sanatsal kaygıların güdülmediği amacı sadece kitleleri gaza getirmak olan şiirler yazmak yerine insancıl, barışçıl şiirler yazmıştır. sebep belki de çok sevdiği ve etkilendiği hatta eserlerini türkçe'ye çevirdiği mevlana'dır.
###

Metin Altıok

sevmeye başlayınca birini
kendimi yıkıp yeniden kurarım
çünkü;
bu yeni bir aşktır
ve temeldeki yerini mutlaka alacaktır.
dikkat! ..
yabancıların inşaat alanına girmesi tehlikeli ve yasaktır...

*********

Bu yaşıma geldim içimde bir çocuk hala
Sevgiler bekliyor sürekli senden.
İnsanın bir yanı nedense hep eksik
Ve o eksiği tamamlayayım derken,
Var olan aşınıyor zamanla.

Anamın bıraktığı yerden sarıl bana.

Anıların kar topluyor inceden,
Bir yorgan gibi geçmişimin üstüne.
Ama yine de unutuş değil bu,
Sızlatıyor sensizliği tersine.
Senin kim olduğunu bile bilmezken.

Sevgiden caydığım yerde darıl bana.

******

Beraberken kıymetini bilmedimdi
Elim ayağımdın sanki zora koştuğum.
Bir yetim şiir kaldı yanımda şimdi,
Kaybetmekten deli gibi korktuğum.
Bir kum saatiyim sensiz geceden gündüze
Altı durmadan üstüne getirilen.
Bu nasıl zaman ki çakılı kalmış güze,
Doğmamış çocukları evlatlık verilen.
İşte böyledir gülüm bazı şeylerin
Hiç hissedilmez varlıkları ama,
Yoklukları bir uçurum kadar derin
Baş döndürür kıyısında nasıl da.

Ey bir hüznü büyüten solgun anne!
Sen de düşün benden sana kalan ne.

******
neden
hep
boş
bir
bardağa
yüksünmeden
boyun eğer
sürahi?
******

Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı,
Sen kimin yetimisin,
Kimi bekliyorsun durduğun yerde?
Sağır bir günün sonunda dilsiz bir gece
Sarıp sarmalıyor seni,
Gökyüzü gıcırtıyla kapanıyor üstüne.
Bak ömrün yarılandı,
Karanlığı kullanmayı öğrenmelisin.
Yazısı akmış ıslak bir sayfa elinde,
Yara bere içinde morarıyor şiirlerin.

Artık tutunacak kimsen kalmadı,
Nasıl biliyorsan öyle düğümle zamanı.
Bütün ölümleri gör,
Birini evlat edin kendine.
Oysa sen, boş bir kabın taş darası.
Yine de denkleştirip gidiyorsun hayatı.
Tuzağa yem, hançere bağ oluyorsun.
Zehire katıyorlar seni, şair ne duruyorsun
Gemilere bin, trenlere atla.
Kimsenin umursamadığı, hiçbir işe yaramayan
Kaldır şu gereksiz tanıklığı ortadan.

Ne kadar tıkasan kulaklarını,
Duymamaya çalışsan
Göğsünde bir titreşimdir konuşmaları.
Görmesen seslerden anlıyorsun.
Kazdıkları çukuru, ördükleri duvarı.
Çakılısın buzdan çivilerle
Boynu bükük bir haçın üstünde.
Yerde buluyorsun kendini her sabah,
Yeniden gerilmek üzere,
Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı
Daha ne bekliyorsun durduğun yerde?

Katmerli yalanı gördün, yalınkat gerçeği,
Bilicinin ürpererek söylediği
Sevgi gereksinimlerini gördün kimilerinin,
Tırnaklarını denemek için
Yılanın deri değiştirmesini,
Gülüşün kurdunu, sineğini gözün;
Yüreğinde bir ağaç gürültüyle devrilirken,
Aksayarak yürüyen umudun arkasından
Gülün kanayan hüznünü gördün.

İşte tanıksın ölümün pazarlık ettiğine
Toptan ve perakende,
Pantolon ütüsünün keskinliğine,
Bozulup bütünlenmesine paranın,
Mevsimsiz bir çocuğun kekre yüzüne,
Yabancı işçiliğine martının
Deniz olmayan bir uzak ülkede,
Daha binlerce, binlerce şeye.
Yaz bunları ve imzala sana yetecekse.

Bana delik deşik bir yürekle
Pası küflü, çürümeyi söyle.
Yangın yerlerinin katran gözyaşlarını,
Bana göçüğün kırık kemiklerini,
Sancısını suyun, rüzgarın yırtık yerini
Ve bunlardan payına düşeni söyle.
Ne kadarı kaldı babandan,
Sen ne ekledin üstüne,
Acının sana getirdiği ürem ne?
Şair bana mutluluktan söz etme,
Beyaz baston kullanan bir dille.

İşte tanıksın daha nelere?
Testi gömüyorlar göğsüne eskisin diye,
Keçe gibi kimi zaman, parlatmak için
Bakır kaplara sürüyorlar seni
Şair hiçbir tansık bekleme,
Dolaş yıkıntılar, çöplükler içinde,
Sen ey gülünç ve deli mesih;
Ölmeyi bilmediğine göre,
Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı
Pelteleşmiş yapışkan haçını
Islık çalarak sokaklarda sürükle.

**********
Neden kedi seven
Bir insan
Olduğumu
Biliyorum da
Kedisiz ve sevgisiz
Getiriyorum
Yaşadığım günlerin
Yaprak döken sonunu?
***********
Durmadan avuçlarım terliyor,
inildiyor ardımdan
Girdiğim çıktığım kapılar.
Trenim gecikmeli, yüreğim bungun,
Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.

Dolanıp duruyorum ortalıkta.
Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim,
Rakım bir türlü beyazlaşmıyor.
Anahtarım güç dönüyor kilidinde,
Nemli aldığım sigaralar.
Ne zaman bir dosta gitsem
Evde yoklar.

Kimi zaman çocuğum,
Bir müzik kutusu başucumda
Ve ayımın gözleri saydam.
Kimi zaman gardayım
Yanımda bavulum, yılgın ve ihtiyar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.

Bekliyorum bir kapının önünde,
Cebimde yazılmamış bir mektupla.
Bana karşı ben vardım
Çaldığım kapıların ardında,
Ben açtım, ben girdim
Selamlaştık ilk defa.
**********
Ve evin yüzü burkuldu
Bir kıpırtı vardı şakaklarında.
Yıkıcılar geldiler, çatıdan başladılar.
Kiremitleri topladılar birer birer.
Tahtaları söktüler, kanırtıp çivileri
Ellerinde keserler.

Anımsar mısın denize karşı oturmuştuk.
İkimizde arkamızı dönmek istememiştik kıyıya.
Susmuştuk uzun bir hesaplaşmayla.
İki sevgili vardı yan masada;
Umurlarında bile değildi deniz,
Alınları birbirine değecekti az daha.

Yıkıcılar geldiler,
Çıkardılar kapı ve pencerelerin pervazlarını.
Kör gözleri ve açılmış ağzıyla
Kaldı temelleri üstünde umarsız ev.
Sıra balyozlardaydı artık,
Çelik iskeletini evin ortaya çıkarmak için.

Benim göğüs kafesimde bir iskete,
İskeletimin bekçisi, içten bağlı kemiklerime.
Sıçrayıp duruyordu ordan oraya,
Duyuyordum kıpırtısını içimde.
Bir bulut geçiyordu senin gözlerinden.
Oturuyorduk; ben kızgın çölüm, sen yıldızsız göğünle.

Yıkıcılar geldiler;
Düştü gürültüsüyle yüzü köhne evin,
Göründü bazı odaları ve iç duvarları.
Aynı renklerle boyanmış sofası, isli mutfağı.
Bir kesit kalmıştı geriye şimdi o evden
Eski bir yaşantıyı simgeleyen

Çıkıp yürümüştük kıyı boyu
Benim sıvası dökük yüzüm, senin çocuk gözlerinle.
Oysa sen yürümeyi sevmezsin.
Nasıl da değişmişti görünüşü
Yıllardır görmediğimiz kentin
Yürümüştük anısıyla eski cumbalı evlerin.

Yıkıcılar geldiler, yıktılar bütün duvarları.
Yalnız temel kaldı geriye ve birkaç tuğla kırığı.
İş araçlarında artık,
Bir canavar ağzıyla deşmek için toprağı.
Ve temizleyecekler kazılan yerlerde
Bizden kalan balçığı.
****

Şimdi benim buzdan bir döşekte
Üç büklüm olmuş zavallı sevdam,
Üşüyorsa ölesiye yalnızlıktan;
Bil ki senin hep böyle güvensiz,
Yaşamdan korkar oluşundan.

İşte bunun için sevmiyorum seni.

Şimdi benim bir han avlusunda
Hiç bitmeyecek umutsuz kavgam,
Soluyorsa başı önde yorgunluktan;
Bil ki senin hep böyle umarsız,
Yarını göze alamayışından.

İşte bunun için sevmiycem seni.

*****

Kar yağdı durmadan üç gün üç gece,
Tıkandı geçitler yollar kapandı.
Yalnızlığın buzdan çetelesinde
Kimseler umursamadı karı.
Yüzlerinde iğreti bir kibirle
Hep düşürmekten korktukları,
Dalıp gittiler günlük işlerine.

Diz boyu birikmiş kar içinde
Yürürdük uzatarak açtığımız kanalı,
İki kar güvesi gibi sokaklarda seninle
Anardık bütün yitik aşkları
Bu karlı kış gününde.
Güngörmüş dağlara karşı
Sımsıcak öpüşürdük sarılıp birbirimize.

-Sevgilim, yanımda olsaydın keşke!

Şölensiz, sevinçsiz yaşıyoruz şimdilerde,
Bir iğdiş ve buruşuk zamanı.
Kimsenin türküsü yok dilinde
Karşılayacak yağan karı
Coşkulu ve sarhoş sesiyle.
Bıçak açmıyor ağızları;
Acı, yalnız acı var yüreklerde.

Kar yağdı durmadan üç gün üç gece,
Yaslandı duvarlara, kapıları zorladı,
Pencerelerden baktı ev içlerine.
Kar hiç böyle kimsesiz kalmadı
Kendi özgül tarihinde.
Çıngırakların, kızakların karı
Yağdı herşeyin üstüne sessiz bir öfkeyle.

Birikti bir çamaşır ipine bile.
Saçaklardan sarktı,
Attı kendini gürültüyle yere,
Kimse sahip çıkmadı;
Yığıldı kaldı duvar diplerine.
Yalnız kuş ayakları
Bastılar incelikle göğsüne.

-Sevgilim, yanımda olsaydın keşke!

Kar var yaşadığımız günlerde.
Umutsuzluk çevremizi kuşattı,
Kıtlık kıran gündemde.
Yine de ele güne karşı,
Özenle saklıyorum yüreğimde
Sana duyduğum aşkı,
Dört yanım kar içinde.
*******