Fakir Baykurt (Asıl adı Tahir'dir) (15 Haziran 1929, 11 Ekim 1999).
Her zaman çok sevdiğim bir yazar, şair, ve halk adamı olmuştur o.
o kadar çok yazın vardı ki ona ilişkin, araştırırken ben bile şaşırdım bu yüzden onu kendi ve dostlarının ağzıyla tanımanın daha samimi olacağını düşündüm ve onları paylaşmak istedim sadece...
“1929 doğumlu olduğum doğru. Ay, gün bilinmiyordu. Anamla konuştuk. Köyde orak mevsimi. Tarlada sancılanıp eve gelmiş. Haziran ortasıdır...”
İlkokulu bitirdikten sonra Isparta Gönen Köy Enstitüsü'ne yazılır. Köy enstitüsü yıllarında özellikle şiire olan ilgisi artar. Köy Enstitüsü yıllarında kendini okumaya verir. Bu dönemde özellikle Türkçe'ye çevrilen klasikleri okur.
Fakir Baykurt Köy Enstitüsündeki yıllarını ve kendisine kazandırdıklarını şu şekilde anlatmıştır;
“ ...Köy Enstitüsü benim için olağan üstü bir fırsat oldu. İlkokulu bitirdikten sonra gidebileceğim başka hiçbir okul yoktu. Ailemin gücü yetmezdi. Ben okumak istiyordum Enstitü benim gibi köy çocuklarını çağırıyordu... ”
“ ...Klasiklerin en iyi okuru enstitülü gençlerdi. Ceplerimizi ona göre yaptırırdık, kitap sığsın. Kız arkadaşlarımız koyun kuzu gütmeye giderken, torbaya azıkla birlikte kitap da katardı... "
Bu yıllarda Bursa Cezaevi'nde olan Nazım Hikmet’in şiirleri ise gizli gizli yayılmaktadır. Fakir Baykurt’da bu dönem Nazım Hikmet’in şiirlerini bulur ve gizli gizli okumaya başlar.
“ ...Kitaplıkta Nazım Hikmet’in kitapları yoktu. Yasaklandığını öğrenince Civril’in bir köyüne gidip onları buldum. Nazım’ın yedi kitabını kendi yaptığım defterlere kitap harfleri ile yazıp defalarca okudum...."
Fakir Baykurt'un konuşmalarından ;
“Benim dilim sadece kitaplardan öğrenilmiş değildir. Evimizde, köyümüzde, Türkçenin olduğu her yerde çocuklardan, kadınlardan, okumuş okumamış halkımızdan emdiğim Türkçe’dir benim dilim. Halkımın göğüsleri bereketle dolu olduğu için, ben de onu eme eme büyüdüğüm için, gürbüz bir yazar olabilmişimdir...”
“Bakın ben aklıma, gönlüme uygun bir tek sözcük yaptım, o da varsıl’dır. Bir arkadaşım vardı; kızı annesinden çay isteyeceği zaman “Çaysadım!” derdi. Susadım demiyor muyuz; onun gibi. Tırpan’ı yazarken, “ yoksul” karşıtına ille “zengin” mi diyeceğim, “varsıl” geldi kalemime; hemen öyle yazdım. Sonra baktım, başka arkadaşlar da kullanıyor...”
“Dikenlerin arasından gelmiş bir yazarım ben. Yüzyıllarca karanlıkta bırakılmış köylerin birinden, Akçaköy’denim. Ailem yoksuldu. Kırk bayır kırk iki dönüm toprağımız vardı. Birkaç yerde anlattım, anam babam okuma yazma bilmiyordu. Köyümüze geçten geç açılan ilkokul yalnızca üç sınıflıydı. Evimizde bir tek kitap yoktu. Şimdi düşünüyorum, yokluktan geliyorum.”
“Almanya’ya göçmemin iki nedeni var; Biri can güvenliğimin yok olması. İkinci, 1963’te Amerika’dan dönerken bir hafta aralarında kaldığım işçilerimizin yaşamını daha yakından görme isteği...”
“Ben 1971 12 Mart’ında iki kez gözaltına alındım ve tutuklandım. Yattım içerde. Yargılanmam dört buçuk yıl sürdü. Sonunda aklandım. Yattığım yanımda kar kaldı. 12 Eylül 1980’de Almanya’daki yazınsal incelemelerimi sürdürürken, şimdi Marmaris’te resim boyayan generalle arkadaşları darbe yaptı. Dönsem tutuklanacağım. İçimde yazınsal sevdası olan insanlar için cezaevleri uygun yerler değildir. Döneni içeri atıyor dönmeyeni yurttaşlıktan çıkarıyordu. Ben çıkarılmadım, belki ünümden çekinildi. Bu koşullar yüzünden dışarda kalışım uzadı. Yazılarımı, kitaplarımı orda yazdım. Burada yitirdiğim öğretmenliği orada sürdürdüm.”
".......... Ben sanata şiirden geldim. Etli, kanlı canlı bir anlatımı aradım hep, arıyorum. Edebiyat doğru, etkileyici, yararlı, ama aynı zaman da güzel de olmalıdır. Güzellik deyince ille burjuva güzellikleri anlaşılıyor. Ne yanlış! Bütün toplumsal sınıfların özgün güzellik anlayışları vardır. Benim sınıfımın, katmanımın güzellik anlayışı da ona göre. Yazdıklarımızı kentsoylu arkadaşlar beğenmiyorsa buna aldırmam. Beğenirlerse aldırırım bilgiçlik başka, bilmek başka. Neredeyse bizi sürüp çıkaracaklar yazı alanından. Daha önce de söyledim, bu alan geniştir, daha çoooo yazarı, ozanı yutar... Olduğum yerde çakılıp kalmadım, geldiğim yerde de kalamam. Bunun için yzılı ve sözlü geniş bir kültür birikimimiz olduğuna inanıyorum. Halkımızın dil ve anlatım gücü, Türkçenin bağrında saklı olanakları son derece boldur. Bütün bu olanakların ortasında, bu anlayışla yaptığım çalışmaları yetersiz buluyorum. En iyi, iyinin düşmanı. Yazdıklarımda çok yazacaklarıma güveniyorum..."
“Fakir Baykurt’la Konuşma” Alpay Kabacalı, Milliyet Sanat Dergisi, 12.6.1978, s.281
" Yaşam, bilinçten bilinçaltına iner. Orada mayalanır, dinlenir, değişir. Etkisi derin, yankısı geniş toplumsal olayların 8-10 yıl geriden gelerek romanlaşması bu yüzdendir. Bilinçaltı birikiminin değişerek bir biçim bulması, bir sanatsal anlatım biçimine erişmesi şipşak olmaz. Hatta sadece bir fışkırma da sayılmaz, “birdenbire”lik yoktur onda. "
Akan ve akmakta olan yaşamı, bilinçaltından ve bilinçten geçirip dışa vurma işidir roman. Hem bireysel, hem toplumsal boyutları olan bir yazı türü. Bir imbikleme... pembe beyaz yapraklardan gülsuyu ve gülyağı çıkarmak gibi.
* ... ne tümden bilinçaltı fışkırması, ne de yalnızca bilinçli bir çabadır roman.
* “ ...Ben günlük tutmam ama not tutarım. Bir sürü gereci, ayrıntıyı: çağrışım, gözlem, dinleme, duyma yoluyle ufak ufak kağıtlara yazar biriktiririm. Biçim ararım...”
“...Dünyada ve bizde gençlik adaletsizliğe baş kaldırmaktır. Onu “Demokratik Üniversite!” “Halka dönük üniversite !” haykırışlarının altında yatan temel istek, bu yamuk, bu adaletsiz durumun değiştirilmesidir.
Üniversiteler, bunlara eğilmediği, bunlara çözüm aramadığı gençlerin sabrı taşmış, sonunda sokağa düşmüş ve eyleme geçmişlerdir. Bu anlaşılmadıkça, bu değişiklik yapılmadıkça,gençliğin bilime ve tarihe uygun savaşı sürüp gidecektir. Bu yüzden biz gençlerimizi anlamakta onları doğru yolda görmekteyiz. Bunu copla, gaz bombasıyla, durdurmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Bunun bir tek çaresi vardır.O da devrimdir. Devrim, tarihsel koşulların olgunlaştığı dönemlerde olur. Tarihsel koşullar olgunlaşmamışsa devrim olmaz...”
TÖS 2. Olağan Genel Kurul Toplantısı 7 Temmuz 1969 - KAYSERİ
Fakir Baykurt Hakkında yazılanlar:
Hasan Ali Yücel,
Türk edebiyatına kendi giren köylü
Türk edebiyatına köy ve köylü, Meşrutiyet içinde Yakup Kadri ve Refik Halit’le irmişti. Ama buna “irmişti” demek de pek doğru olmaz. Çünkü her iki yazarımız şehirli idiler. Köyü ve köylüyü ancak edebiyata soktular. Son yıllara gelinceye kadar Türk köylüsü, kendi dili ile köyü anlatamamış; kendi eli ile köyü yazamamıştır. Mahmut Makal ve Yaşar Kemal’den sonra Türk köyünü bize benim “Fakirim” veriyor. ... Edebiyatımıza ve hayatıma kendi giren köylünün yazıp anlattıkları ibret alınacak ve uyandıracak gerçeklerle doludur. Bu hakikatleri sade Descartes’in kitaplarını okuyarak keşfedemeyiz. Descartes bize hakikatleri olduğu gibi görüp gösterme cesaretini vermiyecek olursa kitaplarının ne kıymeti kalır? ...Kendine gelmek isteyenler, kendileri olduğu gibi görmeğe tahammül ederler. Acıları bu kadar güzel yazıyorlar diye hayıflanmayalım, teşekkür edelim.
Demet Dergisi, İsparta Sayı: 63-64-1958
Can Yücel,
Gezi Notları
Fakir Baykurt’a
Gurbet el kadar somun
ye ye ye bitmiyor
Kırıntıları uçuşuyor
Hep Gönen’e doğru
Ellerim ellerim ellerim
ben yâd ellerdeyim
Ayaklarım ayaklarım ayaklarım
Ayak götürüyor sıladan
Bu ter kokusu
Çocuktan gül yaprağıyla karılmış
Damıtın beni damla damla
Serpin üstünüze serpin
Ki Öbür Dünyaya da bulaşmasın
Hepimizin yanlışı
Hepimizin yalnızlığı
İlhan Selçuk,
Fakir... Eski edebiyatlarda soyluların yaşamları anlatılır; krallar, prensesler, prenslerin serüvenleri ilgi çekicidir.
Ya köleninki?.. Köle, uzun bir süreçte önce ‘serf’e, sonra köylüye dönüştü.
Ancak bu ‘kaba saba kişi’nin incelikli bir yaşamı var mıydı ki edebiyatı olsun?.. Anadolu’da binlerce yıldan beri kış uykusuna yatan köylüyü kim yazacaktı?.. Mustafa Kemal: “-Köylü” demişti, “efendimizdir.” 1923’te ülke tepeden tırnağa köylü donanımındaydı; kentlerde ne sanayi burjuvazisi vardı, ne de fabrika proletaryası... Köylü, toprak ile gök arasında çaresiz; uyandırılmaya bekliyordu.
Binlerce yıldan beri kış uykusuna yatan köylüyü kim, nasıl uyandıracaktı?..
Var olan bilinmiyorsa, keşfedilebilir; olmayan, ancak icat edilebilir. Eğitimde yeni bir şey icat edildi: Köy Enstitüleri!.. Köylü yaparken öğrenecek, üretirken eğitimini sürdürecekti. ‘İş’te eğitim; eğitimde ‘iş’.. Alınteri!.. Fabrikasız bir ülkede çağ atlamanın tek ve en kısa yolu eğitim seferberliğiydi; ‘Aydınlanma Devrimi’ böylece gerçekleştiğinde, demokrasinin alt yapısını oluşturan insan ‘kulluktan’ kurtulacak, ‘yurttaş’ kimliğini kazanıp ‘birey’e dönüşecekti.
Fakir Baykurt, Köy Enstitüleri’nin ürünüdür, adını edebiyat tarihimize bu kimliğiyle yazdı; yalnız bir yazar değildi, ister istemez eylem adamlığını da benimsedi. Öğretmendi. ‘1923 Aydınlanma Devrimi’ öğretmenlerin omuzlarında yükselecekti. Sınıfsal kavganın tam ortasına düştü Baykurt, çok partili rejimle birlikte siyasal iktidarı ele geçiren ‘toprak ağası, aşiret reisi’ ve ‘taşra mütegalibesi’ne göre en büyük düşman öğretmenlerdi. Düşman!..
Sömürülmesi, ezilmesi, sürülmesi, yok edilmesi gereken düşman!..
Avrupa’da yazarların düşman sayıldığı, hapsedilip sürüldüğü dönemler geçmiş yüzyıllarda kalmış, tarihe gömülmüştü.
Ya Türkiye’de?..
Olayın belki en özel ve çarpıcı yanı budur: Türkiye’de yazarlar, çok partili rejimde düşman ilan edildiler; demokrasi adına yapıldı bu iş...
Baykurt, Köy Enstitüleri’nin yetiştirdiği değerli arkadaşlarıyla birlikte köy dünyasını ve insanını sanatın merceğinden süzerek edebiyatımıza kazandırmış bir yazardır; ama, bu çabasını tüm yaşamında pahalıya ödedi.
Anadolu bozkırında yetişmiş Baykurt’un yurtdışında yaşamak zorunda kalması ne acı... Ama daha acı bir gerçek var.: Çok partili rejimde Köy Enstitüleri’nin köküne kibrit suyu ekilmeseydi, Türkiye bu gün kişi başına üç yıllık eğitim görmüş bir toplum olmayacaktı; öğretimin süzgecinden geçmiş çağdaş bir toplum olarak demokrasiye tam açılımı gerçekleştirecekti. Fakir’in yaşamı, bu tarihsel serüvenin gerçek romanında anlam kazanıyor.
13 Ekim 1999, Cumhuriyet
Aziz Nesin,
İYİ Kİ YAZDIN FAKİR BAYKURT
Yazarın doğum gününde o uluslararası olmuş “iyi ki doğdun” yerine “iyi ki yazdın” demeli.
Yazarlar, her yazdıklarıyla yeniden doğarlar çünkü.
18 yüzyıl sonu ile 19 yüzyıldaki kalburüstü yazıncılarımızın, düşünürlerimizin, kültür insanlarımızın toplumsal kökenine bakınız, bunların içinde halktan ve orta tabakadan olanını göremezsiniz.
Hepsi de ya doğrudan ya dolaylı olarak saraya ilişkin, yani yüksek tabakadan, bir bakıma Osmanlı soylularının çocuklarıdır.
Çoğu, daha küçük çocukluklarından beri yabancı mürebbiyelerle - daha çok Fransız - yetiştirilmişlerdir ve hepsi de yabancı dil bilirler. Bunlar devlet katında önemli görevler almışlardır, saygın kişilerdir.
Bunlara eşzamanlı olarak (Rum, Ermeni, Yahudi) azınlık aydınları ve sanatçıları da, bir anlamda ticaret burjuvazisi diyebileceğimiz varlıklı azınlık ailelerinin çocuklarıdır.
Neden böyledir? Çünkü kültür ve bilgi edinmek varlıklı ve etkili olanların tekelindedir. Halk bu olanağı bulamıyordu.
Bu dönemden sonra, 19 yy.’dan başlayarak, 20 yy.’a dek, kalburüstü yazıncılarımızın, düşünürlerimizin, sanatçılarımızın toplumsal kökenine bakarsak, ağırlık Osmanlı soylu ailelerinden askerlere geçmiştir. Asker yazarlar, şairler, ressamlar, bilimciler, müzisyenler ağırlık kazanmıştır.
Bunlar toplumsal köken olarak yoksul ailelerin, halkın çocuklarıdır.
Neden bu değişim olmuştur? Çünkü Türklerde, Avrupa’da olduğu gibi subaylık burjuvalara özgü bir seçkinler mesleği olamamış, yoksul halk çocukları asker okullarında eğitim olanağı bulmuşlar ve yetişmişlerdir. Daha sonraki dönemde Cumhuriyet’ten sonra, sanatçılarımızın niteliklerinde büyük bir değişim görülmüştür. Özellikle en ünlü yazarlarımıza bakınca, bu değişikliği çok belirgin olarak görüyoruz. Bu yazar ve şairler, 18 yy. ve 19 yy. ve 20 yy. başlangıcındakiler gibi yüksek düzeyde öğrenim görmemişlerdir. Çoğu yabancı dil de bilmez. Benim kuşağımdan olan bu yazarların en ünlüleri lise çıkışlı bile değildir. Buna karşılık çok yetenekli bu yazarlar, eksikliklerini büyük tutku ve çabayla gidermeye çalışarak, dişleri ve tırnaklarıyla ünün doruğuna yükselmişler, geçmiş dönemlerin eski kuşak yazarlarından daha çok tanınmışlardır.
Bu nasıl olmuştur? Bir ölçüde Halkevleri’nde, daha çok Köy Enstitüleri’nde ve daha başka parasız yatılı okullarda yoksul aile çocukları eğitim ve öğrenim olanağı bulabilmişler, bu olanağı bulamayanlar da uygun ortamda kendi kendilerini yetiştirmişlerdir. Benim kuşağımdan sonraki yazarların, sanatçıların toplumsal kökeni yine değişmiş, 1950’den sonra oluşmaya başlayan burjuva kökenli olan, düzeyli eğitim görmüş ve yabancı dil bilen yazarlar öne geçmeye başlamıştır.
Bu dört dönemim ayrı toplumsal kökenden gelen yazar ve şairlerinin - genelde sanatçılarının – öne geçmesi bize şunu anlatır. Yazar ve şairler ve sanatçı ve aydınlar, ne zaman ve nerde yetişme olanağı bulmuşlarsa orda yetişmişlerdir. Saraya ilişkin ailelerin varlıklı çocukları, asker okullarında eğitim olanağı bulan halk çocukları, Köy Enstitüleri’nde ya da Halkevleri’nde yetişen ya da kendi kendilerini yetiştirme fırsatı bulan ya köylü ya kentli halk çocukları ve 1950’den sonra oluşmaya başlayan burjuva çocukları... Yazın sözlüklerini tararsak, çağdaş Türkiye yazınını simgeleyen en az Köy Enstitülü onbeş yazar ve şair, birçok düşünür ve bilimci buluruz. İşte Fakir Baykurt Köy Enstitüleri’nin verdiği olanakla yetişmiş ve Köy Enstitülü yazarlarımızın doruklarından biridir. Fakir Baykurt altmış yaşında. Demek ki onun kuşağı da artık yaşlılığa adımını atmış bulunuyor. Köy yazını akımı, Fakir Baykurt ve Mahmut Makal’la başlamıştır. Akımın genişleyip yayılmasıyla da tepkiler artmıştır. Fakir’in bir akım olarak köy romanı yazmış olduğunu hiç sanmıyorum. Fakir Baykurt’un romanlarının konusunu kırsal bölge insanlarından, onların ezilmişliğinden, sömürülmesinden ve başkaldırılarından almış olması çok doğaldı. En iyi tanıdığı, bildiği, içinden yetiştiği ve içinde yaşadığı bölgenin ortamın insanını anlatıyordu. Bunun tersini yapması, kenti, kentliyi, kentligilleri yazması yapay olurdu. Bu bakımdan yazınımızda çıkarılan köy romanı - kent romanı tartışmasını yapay ve zorlama buluyorum. Önceki yapıtlarını gölgede bırakarak Fakir Baykurt patlamasını başlatan Yılanların Öcü’dür. Bugün de bence bu roman, bir Fakir Baykurt klasiğidir. Tırpan da Fakir romanının doruğu. On yıldan beri, Almanya’da yaşayan Fakir Baykurt’un yeni yapıtlarını okuyamamış olmam eksikliğimdir. Bu yüzden yazınımızda hangi düzeye vardığını, kendini yenileyip yenilemediğini bilemiyorum. Fakir Baykurt’un yazın yaşamını incelerken, onun çağının salt tanığı olmakla kalmayıp, tanık olduklarına yorum getirdiğini, böylece okurlarını bir toplumsal değişime özendirme çabası güttüğü görülecektir. Bu çabalarını salt yazar olarak değil, toplumun durumundan kendini sorumlu duyumsayan bir aydın olarak da toplumsal etkinliklerle sürdürmüştür. (TÖS çalışmaları vs.)
Altmışıncı yaşı dolayısıyla sevgili Fakir Baykurt’u kutlar, verimli çalışmalarının artan başarılarla sürmesini dilerim. İyi ki yazdın Fakir Baykurt...
Nesin Vakfı 01 Kasım 1989 Dergi, Duisburg, Kasım-Aralık 1989)
Orhan Pamuk,
“Fakir Baykurt’u severdim. Pek çok kitabını okudum. Ortaokulun son sınıfıyla lise bitene kadar. O zamanlar ben. İstanbul’un batılılaşmış zengin Nişantaşı’nda oturur; bütün Türkiye’nin benim gördüğüm Nişantaşı gibi olmadığını suçluluk duygularıyla bilirdim.
Fakir Baykurt’u bu tür burjuva olma rahatsızlıklarıyla okudum ve hikayeleri, anlatıcılığı, huzursuz ruhuma böyle hitap etti.
Kitaplarını okuyarak erken yaşta kendimi solcu saydığım üç beş yazardan biridir. Bugün köy edebiyatının bittiğini söylemek bir kehanet değil ama onca köy yazarı arasında Fakir Baykurt’un bir dönem neden bu kadar çok okunduğunu söyleyebilmek mesele. Onun kahramanlarını bir Tolstoy’un bir Dostoyevski’ninüç boyutlu kahramanlarına benzemiyor diye eleştirmek yanlış.
Önemli olan iki boyutu da olsa Irazca’nın ya da Kara Ahmet’in neden melodramatik bir halkçılığın titreşimlerini, bir hikaye dinleme zevkini, bir şefkat duygusunu bizde bu kadar başarıyla harekete geçirebildiğini söyleyebilmek.
İlk hikayemi yazıp bir yarışmaya yollamıştım. Fakir Baykurt’ta jürideydi. Ödül aldım, kendisiyle tanıştım. Bende hep iyi bir insan olduğu izlenimini uyandırdı.
Bu kadar severek okuduğumuz yazarları, olmadıkları şeylerle karşılaştırarak değil, asıl başarılarıyla yaptıkları şeyleri, zaferle dile getirdikleri hikayeleri çıkararak anlayalım.”
Romanları
* Yılanların Öcü (1954)
* Irazcanın Dirliği (1961)
* Onuncu Köy (1961)
* Amerikan Sargısı (1967)
* Tırpan (1970)
* Köygöçüren (1973)
* Keklik (1975)
* Kara Ahmet Destanı (1977)
* Yayla (1977)
* Yüksek Fırınlar (1983)
* Koca Ren (1986)
* Yarım Ekmek (1997)
* Kaplumbağalar (1980)
Öyküleri
* Çilli (1955)
* Efendilik Savaşı (1959)
* Karın Ağrısı (1961)
* Cüce Muhammet (1964)
* Anadolu Garajı (1970)
* On Binlerce Kağnı (1971)
* Can Parası (1973)
* İçerdeki Oğul (1974)
* Sınırdaki Ölü (1975)
* Gece Vardiyası (1982)
* Barış Çöreği (1982)
* Duirsbug Treni (1986)
* Bizim İnce Kızlar (1992)
* Dikenli Tel (1998)
bu da bir şiirinden ;
Yoruldum
Yoruldum, çok yoruldum
Biraz değil çok yoruldum Ankara’da
On katlı yirmi katlı beton yapılara
Sabah akşam asansörle inip çıkmaktan
.
Yoruldum, çok yoruldum
Biraz değil çok yoruldum Mamak’ta
Tutukevinde demir parmaklıklar ardında
Yaz kış ranzalarda yatmaktan
.
Yoruldum, çok yoruldum
Biraz değil çok yoruldum o şehirde
Çokları çok aldı yaşamda benden
Kimine emeğimi, kimine zamanımı vermekten
.
Yoruldum, çok yoruldum
Biraz değil çok yoruldum Almanya’da
Asfalt caddelerde yürümekten
Altı şeritli otoyollarda gidip gelmekten
.
Yoruldum, çok yoruldum
Biraz değil çok yoruldum Duisburg’ta
Pasaport, vize, oturma izni, işlemler her yıl
Yoruldum yurda uzaklardan bakmaktan
.
Ama yorulmadım hiçbir zaman
O yoksul sevgili gibi dağ başlarında
Karda kalmış, darda kalmış yolcular için
Yazmaktan ....... ( 1988)
14 Ocak 2010 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder